Ray Charles, Aretha Franklin, James Brown ve Cab Calloway… Blues ve soul müziğin en büyük ikonlarını bir araya getiren “The Blues Brothers”, işte bu yüzden izleyenlere hem müzikal hem de sinematik olarak büyük bir şölen sunuyor. The Blues Brothers’a yalnızca müzikal bir komedi demek hata olur. Çünkü bu film, aynı zamanda o zamana kadar yapılmış olan Hollywood filmlerine de gönderme içeren pek çok sahneyi içinde barındırıyor.
Bu incelemede, The Blues Brothers’ın hem bir müzikal şölen hem de Amerikan kültürüne yapılmış en özgün göndermelerden biri oluşunu keşfe çıkacağız. Efsanevi müzisyenlerin sahne aldığı, mizahın ve müziğin sınır tanımadığı bu filmi gelin birlikte inceleyelim; çünkü The Blues Brothers, sadece izlenen değil, yaşanan bir deneyim.
Klasik Amerikan Panoramasının Çok Ötesinde Bir Sinematografi
The Blues Brothers, konu itibariyle bir şehirde geçmesine rağmen toplumun her kesiminden örnekler sunarak aslında bize klasik Amerikan panoramasının ötesinde bir sinematografi sunuyor. Sinematografik olarak güçlü bir estetikle işlenen Chicago’nun endüstriyel bölgeleri, köhne barları, dar sokakları ve otobanları da filmin oyuncu kadrosunda yer alıyor dersek yanlış olmaz sanırım. Bu noktada, görüntü yönetmeni Stephen M. Katz’ın da hakkını vermek gerek; 70’li ve 80’li yılların önemli yönetmenlerinden biri olan Katz, kamera hareketleri ve ışık kullanımıyla şehrin ruhunu ve blues müziğin doğduğu mekânları mükemmel bir biçimde yansıtmayı başarmış.
Filmin ana rengini sorsalar, kesinlikle “siyah” cevabını veririm. Bunun nedeni de Jake ve Elwood’un ne olursa olsun filmin tamamında üzerlerinden çıkmayan ikonik siyah beyaz takımları… Jake ve Elwood’un siyah takım elbiseleri, klasik blues sanatçılarının stilini yansıtırken aynı zamanda filmin geri kalanının renkli ve canlı dünyasına zıtlık katar. Bu minimalizm, mizahi bir öğe olarak öne çıkarken, aynı zamanda karakterlerin soğukkanlılığını ve ciddiyetini de pekiştiriyor. Renkler, filmde genellikle duygusal tonları ve müziğin yoğunluğunu artırmak için kullanılmış.
Efsanelerin Bir Araya Gelişi
Yazımın başında da saydığım sanatçıları bir araya getirmek, onları sadece konuk oyuncular olarak değil, aynı zamanda filmin ruhunu ve temasını derinleştiren unsurlar olarak görmemizi sağlıyor. Bu isimlere tek tek değinmeden geçmek olmaz.
Ray Charles, filmde Jake ve Elwood’un bir müzik aleti alabilmeleri için uğradıkları müzik dükkânının sahibi olarak karşımıza çıkar. “Shake a Tail Feather” şarkısını söyleyerek tıpkı dükkânın önünde dans eden Chicago halkı gibi siz de kendini dans ederken bulabilirsiniz.
Aretha Franklin, yani nam-ı diğer “Queen of Soul”, Blues Brothers ekibindeki Matt Murphy’nin karısı olarak karşımıza çıkar. “Think” şarkısını söylerken, Matt’in gruba katılma kararına tepkisini, kendine güvenen, güçlü bir kadının tavrıyla aktarır. Franklin’in bu performansı, filmde bir müzikal sahne olmanın ötesinde, kadınların gücünü simgeler nitelikte.
Kilise vaftizi olarak karşımıza çıkan James Brown, sadece konuşmasıyla değil, “The Old Landmark” isimli şarkısıyla da cemaatini yerinden oynatıp İsa’yla buluşturur. Buradaki sahnenin bir diğer önemi de Jake’in ruhsal uyanışını başlatıp ilmin hikayesine dini bir ritüel havası kazandırmasıdır.
Ve son olarak Cab Colloway… Blues Brothers kardeşlerin eski akıl hocası olarak yer alan Cab Colloway, “Minnie the Moocher” performansıyla filmde nostaljik bir hava yaratır ve izleyiciyi blues’un köklerine götürür.
Komedi ve Aksiyonun Arkasına Gizlenen Metaforlar
Film, barındırdığı müzikal ve komedi kalitesinin yanında, toplumsal yapıya dair birçok simgesel anlam da barındırır. Herksin ilk olarak aklına gelen polislerden kaçış sahnesi, devletin temsil ettiği tüm bürokratik ve kurumsal yapılardan kaçmaktadır aslında. olisler, askeri helikopterler ve hatta Nazi partizanları gibi farklı otorite figürlerinin peşlerinde olması, sistemin bireyleri kendi yollarından sapmaya nasıl zorladığını gösterir. Jake ve Elwood’un tüm bu engellere rağmen amaçlarından vazgeçmemesi, sıradan bir mücadelenin ötesinde bir özgürlük arayışını simgeler. Bu kaçış, bireylerin toplumsal kurallara ve normlara meydan okuyarak kendi kimliklerini koruma arzusunu yansıtır.
Bir diğer simgesel anlam da müzik ve dinin bir şekilde aydınlanma aracı olarak kullanılmasıdır. Jake ve Elwood, bir kilise vaazı sırasında “aydınlanmalarını” yaşar ve kardeşlerinin ruhani olarak kendilerini yeniden keşfetmeleri, onların gerçek misyonunu belirler. Kaçış sahnesi, aslında iki kardeşin bir anlamda müziğin kurtarıcı gücüne olan inancını ve bu yolda her şeyi göze aldığını simgeler. Yani o son büyük kovalamaca, aynı zamanda bürokratik sistemi ve aşırı düzen arayışını da yıkıp geçer.
Mizahın Sürreal Bir Yorumu
Film, bizleri harika bir müzikal yolculuğa çıkarırken, içerisine serpiştirdiği sürreal mizah ögeleriyle de ayrı bir yolculuğa çıkarıyor. Carrie Fisher’ın canlandırdığı ve ismini bile bilmediğimiz Jake Blues’un eski sevgilisi, her defasında karakterlerimize zarar vermek istese de bunu absürt yollardan başaramaması absürt mizaha güzel bir örnek olabilir. Aslında başaramaması olayı herhangi bir beceriksizliğin örneği değil. Tanrı tarafından önemli bir iş uğruna görevlendirildiğini düşünen Jake ve Elwood, bu süreç boyunca zarar görmeyerek Tanrı tarafından korunduklarına daha çok inanırlar.
Film boyunca kardeşlerin peşine düşmeyen kalmıyor desek yeridir. Polisler, contry bar sahipleri, alacaklılar ve Naziler. Ancak ne olursa olsun, sürekli olarak “Tanrı’dan aldıkları görevi” yerine getirdiklerinden bahsederler ve bu uğurda karşılaştıkları engellere rağmen yollarına devam ederler. Bu “misyon” fikrine olan bağlılıkları, onları her türlü saçmalığa göğüs geren “kahramanlar” haline getirir.
John Belushi ve The Blues Brothers
The Blues Brothers, sinema tarihine yaptığı katkıyla, müziği, sürreal mizahı ve toplumun klişelerini yerle bir eden özgün yapısıyla 80’li yılların en kült filmlerinden biri olarak tarihe geçmeyi başarmıştır. Tabii, Blues Brothers demişken filme asıl ruhunu veren kişi, Jake Blues’u yani John Belushi’yi saygıyla anmadan bu yazıyı tamamlayamazdım. Belushi’nin enerjisi, karizması ve kendine has çılgınlığı, Jake’i efsanevi bir karakter haline getirirken filme de unutulmaz bir canlılık katıyor. Blues sahnesinde belki birçok usta isim bu filme imzasını attı ama Belushi, filmi bir komedi klasiğinden öteye taşıyan asıl unsur olarak iz bırakmayı başardı. Gönül isterdi ki bu filmden sonra kendisini çok daha farklı projelerde de izleyebilelim, ancak o henüz 33 yaşında aramızdan ayrıldı. Bu ani kayıp, yalnızca sinema dünyasını değil, ruhuna blues işleyen herkesi derin bir hüzne boğdu. The Blues Brothers, John Belushi’nin bize miras bıraktığı bir “görev” gibi; her izleyişimizde Belushi’nin sahnede dans ederken hissettiği tutkuyu, bağlılığı ve sınır tanımayan özgürlüğü bir kez daha yaşatıyor.