One False Move, Tombstone, Bound By Honor, Dead Man, A Simple Plan ve The Man Who Wasn’t There ile tanınan oyuncu, yönetmen, senarist Billy Bob Thornton’un yazıp yönettiği ve aynı zamanda başrolünü de oynadığı Sling Blade (Bıçak Sırtı) hiç kuşkusuz ki 90’ların en gizli hazinelerinden biri. Bu yazımızda siz okuyucularımıza Sling Blade’in analizini yapacağız. İyi okumalar.
Çocuk yaşlardayken annesini ve sevgilisini vahşice öldüren zihinsel engelli Karl Childers, kapatıldığı akıl hastanesinden 20 yıl sonra tahliye olur ve tamamen yabancı olduğu yeni dünyaya alışmaya çalışır. Bu süreçte yeni tanıştığı küçük Frank ve annesi Linda ile de özel bir dostluk kuracaktır.
Sling Blade her şeyden önce çok derin bir film. Billy Bob Thornton oyunculuktan öte yazdığı incelikli senaryosu ve yönetmenliğiyle tutkulu bir sinemacı olduğunu rahatlıkla kanıtlıyor. Senaryo aslında hiç süslü olmadan o kadar zekice kurgulanıyor ki filmi izlerken insan denen varlığın derinliklerine iniyor ve düşünmeye başlıyoruz. Bunun haricinde suç, aile, cinayet gibi kavramlar üzerinden de çok şey söyleyen bir film Sling Blade.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Karl Childers kendisini çok iyi bilen ve tanıyan bir karakter. Çıktıktan hemen sonra kasabanın köprüsüne gitmesi, ancak geçemedikten sonra yeniden hastaneye geri dönüp orada kalmak istemesi henüz daha kendi içerisinde geçmesi gereken çok köprü, aşması gereken çok yol olduğunu gösteriyor bizlere. Yeni insanlarla tanışmasıyla da dünyayı yavaş yavaş tanımaya başlıyor Childers. Herhangi birisiyle konuşurken kendisine yapılan hemen her öneriye kendi orijinal konuşma şekliyle “peki öyleyse” diyerek karşılık veren Karl Childers bir nevi kendi kendisini filmde çokça bahsettiği İncil’den ve okuduğu diğer kitaplardan da esinlenerek belki de oluruna bırakarak yaşama yolunu seçiyor.
Tesadüf eseri tanıştığı 10’lu yaşlarının başındaki Frank ise Karl için çok önemli bir yere oturuyor. Özellikle onun cinayetlerini işlediği yaşlarda olması, annesiyle birlikte yaşaması gibi şeyler ister istemez Karl’ın kendi yansımasını Frank’te görmesini sağlıyor. Frank’in annesi Linda’nın en iyi arkadaşı Vaughan da naifliği ve samimiyetiyle Karl için dünyadaki saf iyiliğin temsiliyetlerinden birisi oluyor.
Burada kilit karakter ise Linda’nın psikopat sevgilisi Doyle. Doyle ne zaman ne yapacağı belli olmayan, şiddete oldukça yatkın, öfke patlamaları yaşayan, Linda ile birlikte zaman zaman Frank’e de vuran bir kötü karakter. Filmin net kötüsü olarak Doyle’u rahatlıkla söyleyebiliriz. Karl da ilk başlarda Doyle’u ve hareketlerini dikkatle izliyor, onu süzüyor. Yaptığı hakaretlere ve kimi zorbalıklarına karşı sesini çıkarmayarak sükunetini koruyor.
Finale doğru ise Karl artık belli kararlar almaya başlıyor. Frank’te tamamıyla kendi geçmişini görmesi, Linda’da kendi annesini, Doyle’da ise kendi zorba babasını görmesi Karl’da tamamen her şeyin oturmasını kolaylaştıran faktörler oluyorlar. Finalde yaptıkları sadece filmdeki karakterlere dair değil insana karşı da çok şey söylüyor aslında bizlere. Öldürme eylemi bilinçliyken ne demek, bilinçsizken ne demek, bir insan kendisinden hiç beklenmeyeni yeniden yaptığında bu bir döngüye, bir rutine dönüşebilir mi ama en önemlisi de öldürme eylemi kendisi gibilerinin yetişmesinin önüne geçip Frank gibilerinin katil olmasının önüne geçebilir mi?
Film özellikle finaliyle birlikte hem tüm bu ve benzeri soruları cevaplarken veya cevap ararken Karl’ın tekrar ilk başta geçemediği o köprüye giderek yine geçemeyip yine son karar olarak hastaneye dönmesi ise kendisinin kendiyle alakalı olarak dünyada geçirdiği vakitle birlikte tam olarak bilinçlenmiş olduğunu kanıtlıyor bize. Film boyunca tüm uyumluluğuna ve yaptığı iyiliklere rağmen yine de kendisini dünyaya layık görmüyor veya daha sert bir yerden bakacak olursak Karl dünyanın döndüğü sürece öldürme eyleminin rutin bir şekilde devam edeceğini seziyor ve o anda kendisi hastanede kapatılmış olmayı seçiyor. Sling Blade bu derin soruları hakkıyla sordurmasının yanında ciddi anlamda bunlara cevap vermeye çalışan, belki de veren veya tam vermeyen ama izleyene bu duyguları müthiş bir şekilde geçiren çok güçlü bir film. Bize de bu filmi yazdığı, yönettiği ve oynadığı için Billy Bob Thornton’a teşekkür etmek düşüyor.