Ingmar Bergman Üzerine
Persona, 1966 yapım yıllı Ingmar Bergman tarafından yönetilen ve senaryosu yazılan İsveç sinemasına ait, sinema tarihi açısından büyük öneme sahip sinema filmidir. Film dram ve gerilim olarak sınıflandırsa da bu sınıflandırma Persona filmini dar kalıplara sokar. Persona filmi biçim ve içerik yönünden zamanın ötesine geçen nadir filmlerden biridir. Persona, içerik yönüyle, günümüzde de izleyenlere izledikleri zamanın şartlarını sorgulatarak gerçek ve illüzyon arasına sıkışmışlığa yeni bir boyut kazandırır; biçim yönüyle ise izleyenlere sinemasal anlatının sınırlarını yeniden düşünmeye iter.
Bergman, bir senaryoda en önemli noktanın diyalog olduğunu savunur ve diyaloğun yoğun bir hayal gücü ve iyi bir ustalıkla yazılabileceğini dile getirir. Bunun nedeni ise Bergman’ın tiyatro kökenli bir yönetmen olmasıdır. Bergman, üniversite yıllarından itibaren tiyatro ile yoğun bir biçimde ilgilenmiştir. Tiyatro yazarlığı yapan Bergman daha sonraları, Alf Sjölberg ile çalışarak onun filmlerine senaryolar yazmıştır. Bergman En İyi Yabancı Film dalında da 3 Oscar ödülüne sahiptir. Bu filmler, “The Virgin Spring (1961)”, “Through A Glass Darklıy (1962)” ve “Fanny and Alexander (1982)”dır.
Bergman, diğer filmlerinde olduğu gibi Persona filminde de oyuncuya ve oyuncunun yüzüne yoğun olarak odaklanmıştır. Bergman filmlerinde, içerik biçimle desteklenirken bu biçimin birincil noktası oyuncunun kameradaki konumudur. Oyuncunun kameradaki konumunu ise daha sonra alımlayıcının sahneyi görüşü ve sahneyi anlamlandırması ile yeni bir anlam kazanmaktadır.
“İnsan yüzüne yaklaşma olanağı, hiç kuşku yok, sinemanın en temel öğesi, belli başlı özelliğidir. Bundan sinema yıldızını bizim en değerli aracımız olduğunu ve alıcının, bu aracın tepkilerini saptırmaktan başka bir görevi bulunmadığını çıkarabiliriz. Aslında çoğunlukla bunun tam tersi olur: Alıcının duracağı yere, hareketine oyuncudan çok önem verirler. Böylece film de amacı kendi olan bir şey haline geliverir. Ama bu, göz boyamadan ve sanat savurganlığından öteye geçemez”(Oylum, 2017:25).
Persona filmi birçok filmin aksine, filmin başından sonuna kadar izleyene açık kapılar bırakır, biçim ve içerik yönüyle alımlayıcıyı film üzerine fikirler üretmeye iter. Klasik anlatıda serim, düğüm ve çözüm noktaları bulunurken, Bergman hiçlik kavramını filmin odak noktasına koyar. Bergman, klasik anlatımın ortaya koyduğu düz bir çizgide ilerleyen ve belirli noktalarda çözüme ulaştıracak bilgilerin izleyene sunulduğu anlatım biçiminin yerine; geçici çözümlerin olduğu, sunulan bilgilerin yeni bir olay başlatmadığı bir anlatım biçimi tercih etmiştir.
Persona ve Persona
Persona filminin sinemasal öğelerine değinmeden önce ilk olarak filme ismini veren “Persona” kavramına değinmek gereklidir. Persona, Antik Yunan’da tiyatro oyuncularının arka saflara seslerini daha rahat ulaştırmak amaçlı içeriğe uygun biçimde kullanılan maskelere verilen isimdir. Persona terimi daha sonra modern psikolojinin kurucularından C. G. Jung tarafından “bireyin karşıtı” olarak kullanılmıştır. Jung persona terimi üzerine, “anlık tutumuyla az çok bütünüyle özdeşleştiği için hakiki karakteri konusunda başkalarını ve sıklıkla da kendini kandırır. Bilinçli maksatlarıyla tutarlı olduğunu bildiği maske takar, bu maske toplumun da taleplerini karşılar ve görüşlerine uygundur, önce bir, sonra başka güdüye büyük avantaj sağlar”(Jung, 2016:55) tanımlarında bulunmuştur. Elisabet Vogler karakteri bu tanımlara birebir uymaktadır. Hiçbir sağlık problemi olmamasına rağmen Elisabet hastaymış gibi özel olarak gözlem altında tutulur, uzun bir süre hastanede kalan Elisabet’in hastalığına bir tanı konamaz.
Bir tiyatro oyuncusu olan Elisabet normal hayatta ve tiyatro yaşamında filmin geneli düşünüldüğünde birçok rolün üstesinden gelmiştir ve birçok farklı role bürünmek sonunda kendine yabancılaşmasına neden olmuştur ve bu yabancılaşmanın sonucu olarak Elisabet karakteri iyi bir anne gibi davranırken çocuğunun ölmesini istemiştir. Elisabet tüm rolleri tüketmiştir sadece bir rol hariç, hasta rolü. Elisabet’in hasta rolüne, suskunluğuna devam etmesi ve hiçbir şekilde film boyunca konuşmaması yine Jung’un persona kavramı ile açıklanabilir, “bu tutum ne kadar sürer ve ne kadar sık gerekirse o kadar alışkanlık halini alır (Jung, 2016:55). Bu sessizlik nedeni ile film, diyalog olarak değil monolog olarak ilerler. Hemşire Alma’nın konuşmalarının muhatabı Elisabet değil izleyicidir. Yakın çekimlerle Alma’nın monologları desteklenmiştir.
Kendine Yabancılaşmak
Filmin açılış sahnesi, sinematografiye gönderme ile başlar, bir projektör ve kömürlü ışık yayı görülür film yine bu şekilde biter. Bu konuda düşünülmesi gereken nokta bunun bir sinema filmi olduğu ve izleyenin kendini kaptırmaması gerektiği gerçeğidir. Beyaz arka plan ve art arda gelen görüntüler, kurgu ve görsel anlatımın dilinin gücüne atıfta bulunur. Filmin ana karakteri Elisabet Vogler da kendine yabancılaşmış karakterdir.
Kendine yabancılaşmış ve soyutlanmış insan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da özellikle felsefi boyutta, varoluşçuluk ile sıklıkla üzerinde durulmuş bir konudur bu konu dinamiklerini Marksizm’den alır, savaş sonrası dönemde sanayileşmenin yeniden yükselmesi modern hayatın temellerinin atılması insanoğlunu kendi emeğine, insanlarla olan ilişkisine ve en sonunda da kendine yabancılaştırmıştır. 20 yüzyıl sanatında da bu olgu sık sık işlenmiştir. Bergman ilk filmlerinde de aile ve kadın-erkek ilişkileri üzerinden bu olguya değinmiştir.
Elisabet’in sahnede Sofokles’in “Elektra” tragedyasını canlandırırken bir anda duraksar ve etrafına bakar ve nerede olduğunu, ne yaptığını, kim olduğunu sorgular konuşamaz. Bir anda kendini hastane odasında bulur. Elisabet film boyunca Alma’nın tüm konuşmalarına tepkisizdir bu tepkisizlik film boyunca sürer ve beraberinde bireyin yabancılaşmasını canlı tutar. Bireyin, topluma karşı yabancılaşmasını en net şekilde Elisabet hastane odasındayken görürüz, televizyondaki görüntüler savaş görüntüleridir. Filmin ortalarında Bergman sinemasal yabancılaşmayı yine kullanır, yakın planda Alma’nın yüzü görülürken, görüntü parçalanır ve film şeridi yanar, ses bozulur, filmin başında olan görüntü kesitleri yeniden görülür. Parçalanan görüntü aynı zamanda Alma’nın benliğinin gerçek ile illüzyon arasına sıkıştığının göstergesidir.
Gerçek ve İllüzyon Arasında Var Olmak
Bergman, Persona filmini ikircilik, sınırları belirsiz bir biçimde kurmuştur. Filmin geçtiği mekanlar ile karakterler bunun göstergesidir. Film boyunca mekanlar biçimsel olarak çok sadedir, sahnelerin atmosferleri rüyadaymış hissi uyandırır, karakterler ya siyah giyinir ya da beyaz. Karakterler birbirlerinin zıttı gibi görünse de film ilerledikçe birbirlerine daha da çok yakınlaşır ve benzeşirler. Alma filmin başlarında beyaz giyinirken film ilerledikçe, karakterler birbirlerine yakınlaştıkça, Alma da siyah giyinir.
Persona filmi düğümleri çözmektense bu düğümleri daha da çözülmez hale getirir. Sanata hayran hemşire Alma, başlarda Elisabet gibi bir sanatçı ile baş başa olmaktan haz alsa da daha sonraları kendi içine döner ve mevcut durumu varoluşunu sorgulamaya başlar. Bunu tetikleyen şey ise mektup sahnesidir, mektubu okuyan Alma bir su birikintisindeki yansımasına bakarak kendini sorgular, bu yansıma savaş sonrası Avrupa sinemasında sıkça karşılaşılan varoluşçu Sartre aynasıdır. Bu sahne sonrası geçmiş ile yüzleşmesi gerekmektedir. Bu yüzleşme Alma’nın kendi sınırlarını düşünmeye iter alma güçsüzleştikçe Elisabet karakteri güçlenir. Sanki Alma hasta, Elisabet hemşire olarak onu gözlemler gibidir.
“Bergman’ın karakterleri güçsüzleştirici bir dünyada duygusal olarak canlı kalma güvencesinin arayışındadırlar, bu öylesine güçlü bir gereksinimdir ki, bir karakterin gücünü yitirmiş̧ olan diğerini emerek kurutmasıyla sonuçlanır”(Kolker, 2010:319).
Alma zaman içerisinde Elisabet’i anlamaya başladığını düşünür ve Elisabet’in umutsuz bir varoluş rüyasında olduğunu, kendine suskun bir karakter yarattığını ve bu karakterin her şeyinin sahte olduğunu dile getirir. Persona tam olarak budur. “Dünya, insanları belirli bir davranışa zorlar ve profesyonel insanlar bu beklentileri yerine getirmek için çaba harcarlar. Tehlikeli olan, insanın personasıyla özdeşleşmesidir. Bu da onların felaketi olur. Çünkü o zaman insan yalnızca kendi biyografisinde yaşar. En basit işi bile doğallıkla yapamaz. Zira önceden verilmiştir” (Jung: 2014:53-54). Elisabet, bu rolü benimsemiştir çünkü, bir kişi hariç kimse bunu sorgulamaz, doğru ya da yanlış, gerçek ya da sahte olduğunu söylemez. Elisabet’i sorgulayan tek kişi olan Alma ise zaman içerisinde Elisabet’in hasta olduğu kanısına vararak, “Senin aklen sağlıklı olduğunu söylemişlerdi ama senin deliliğin en kötüdür… Sen sağlıklı taklidi yapıyorsun”. Sözlerini dile getirir ve Elisabet’in kendisi gibisi olması, rol yapmaktan kaçınmasının gerekliliğini söyler. Alma hayranlık duyduğu kadını bir süre sonra, kendi gerçekliğini yaratmaya başladığında kötülemeye başlar.
Elisabet’in kocasının geldiği sahne, Alma ve Elisabet arasındaki bilinmezliği daha da şiddetlendirerek izleyiciye gerçeği tekrardan sorgulatır. İzleyici Alma aslında Elisabet’in yerinde mi diye düşüne dursun Bergman gerçeği Elisabet’in film içerisinde baktığı, film içerisinde çok alakasız duran bir fotoğraf ile vermiştir. Elisabet, uyumadan önce bir fotoğrafa bakar. Fotoğraf İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya halkı sığınaklardan çıkarılırken, yerlerinden edilirken çekilmiştir. Bu fotoğraf Time Dergisi tarafından en etkili 100 fotoğraftan biri olarak seçilmiştir. İkinci Dünya Savaşı, Avrupa sinemasının en büyük gerçeğidir, Bergman da bu gerçeği tekrardan dile getirmiştir.
Tüm Rolleri Tüketmek
Yalıtılmış bir dünyada kendi gerçekliklerini ve varoluşlarını sorgulayan karakterler Bergman’ın kapalı durum, minimalist anlatım biçimi ile hayat bulmuştur. Film felsefi yönünü Sartre’dan alır ve sürekli sorgulan varoluşçu felsefe ile oluşturulmuştur. Elisabet karakteri, sahnede ve gerçek yaşamda oynadığı tüm rolleri tüketmiştir. Anne olmayı istememiştir ve bundan çok korkmuştur. Çocuğu doğduğunda onda nefret etse de dışarıya karşı, mutlu ve genç anne rolüne bürünmüştür. Kendisi bu gerçekleri kabul etmemiştir çünkü rolüne kendini kaptırmıştır.
Alma karakteri ise film ilerledikçe Elisabet’e benzemektedir ve kendisi de bu durumu “Aynı anda tek ve aynı kişi olabilir misin? Yani ben iki kişi miydim? Biz aynıyız! Sana dönüşebilirim” şeklinde dile getirir. Filmin en bilindik sarılma sahnesinde iki karakter birbirine karışır. Alma, gerçek, yalın ve dürüst bir karakter olsa da Elisabet karşısında kendi varoluşunu tekrardan sorgular.
Persona filmi, sinemasal yönü çok ağır basan, biçim ve içerik bakımından sinema tarihi içerisinde yerini almış bir yapımdır. Persona, zaman ve mekan olarak tüm kalıpları yıkar bunun nedeni ise filmsel bir zamana sahip olmamasıdır. Filmin geneli düşünüldüğünde mekanlar çok sadedir ve zaman sürekli sekteye uğratılır geçmişte mi yoksa şu anda mı olunduğu anlaşılamaz. Zamansallığın bu şekilde kırılışı, filmi günümüzde izleyen, bu zamanın insanlarını beni, seni, ve onu içine alır.
Kaynakça
- Jung, C. G. (2014). Dört Arketip, çev. İhsan Kıvrımlı, İzmir, Sayfa Yayınları.
- Jung, C. G. (2016). Analitik Psikoloji Sözlüğü,çev. Nur Nirven, İstanbul, Pinhan Yayıncılık.
- Kolker, R. P. (2010). Değişen Bakış Çağdaş Uluslararası Sinema, çev. Ertan Yılmaz Ankara, De ki Yayınları.
- Kovacs, A. B. (2010). Modernizmi Seyretmek:Avrupa Sanat Sineması 1950-1980, çev. Ertan Yılmaz, Ankara, De ki Yayınları.
- Oylum, R. (2017).Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, İstanbul, Seyyah Kitap.