Auteur Kuramı Çerçevesinde Reha Erdem Sinemasının İzlerini Sürmek
Sinema filmleri, birçok aşamadan geçerek, birçok kişinin katkısı ile üretilir. Bir sinema filmine en derin izi bırakan ise şüphesiz ki yönetmenin kendisidir. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’daki biçim arayışları sırasında ortaya bir soru çıkmıştır. Bu soru filmin yönetmene mi yoksa senariste mi ait olduğu sorusuydu.
Bu soru sinema üzerine düşünen, yazan ve üreten kişilerce önemli bir tartışma konusu olmuştur. Bu önemli tartışma Fransız Yeni Dalgasının oluşum sürecinde “Auteur” kavramı üzerinden tartışılmıştır. Bu tartışmayı başlatan isim ise Alexandre Astruc’dur. Astruc, 1948 yılında bir makalesinde “camera-stlyo” fikrini yani kamera-kalem fikrini ortaya atar ve Astruc, bir edebi eser yazarı ile bir film yönetmeninin aynı düzlemde ele alınması gerektiğini belirtir. Astruc, bir edebi eser nasıl sadece yazara aitse bir filmde sadece yönetmene aittir der.
Auteur kelimesi Fransızca “yazar” anlamına gelmektedir. Auteur kelimesi anlamını içinde barındırmaktadır. Yazar, TDK tarafından “bilim, edebiyat, sanat alanlarında kitap yazan veya kitap hazırlayan, bir eseri ortaya koyan ve eserin sahibi olan kimse, kalem erbabı” olarak tanımlanır. Auteur kuramını ortaya atan ve kullanan ilk isim Fransız yönetmen, Alexander Astruc’tur. Astruc, auteur kelimesini kullanırken bu bağlamı ile yani kaleme hâkim olan ve kalem ile yaratan ve yazan, yazarın kalemi bir anlatım aracı olan anlamında kullanmıştır. Astruc’un kuramı çevresinde bakıldığında sinema sanatı parçalı bir sanat olsa dahi bir bütündür ve bu bütünü var eden yönetmendir.
Astruc’un kuramı çevresinde bakıldığında sinema sanatı parçalı bir sanat olsa dahi bir bütündür ve bu bütünü var eden yönetmendir. Her sanat dalında üretimde kullanılan araç başkalık göstermektedir, resimde fırça ve boya iken müzikte enstrümanlar, edebiyatta yazarın kalemidir. Sinema filmleri birçok parçadan oluşan çok sesli bir yapıya sahiptir. Bu yapı görüntü, ses, oyunculuk, kurgu, senaryo gibi parçalardan oluşur. Bu parçaları bütünleyen kişi ise yönetmendir ve yönetmenin anlatım aracı ise kamerasıdır.
Auteur, tartışmasına başka bir yaklaşım ise yönetmen François Truffaut’dan gelmiştir. Trufaut’da “politique des auteurs” kuramını oluşturur yani yazarın politikasını. Bu kuramda yönetmen hiçbir şeye bağlı kalmadan, kendi sinemasını oluşturabilmelidir.Ticari sinema karşısında gelişen auteur kuramı, yönetmeni ön plana çıkartmış ve onu filmin asıl yaratıcısı konumuna getirmiştir. Ticari sinema çevresinde üretilen filmler, yönetmenin kontrolünden çıkarak, yapımcıların istekleri ve ticari kaygıları doğrultusunda üretilmektedir.
Bu durumların aşılması ve sinemanın bir sanat olduğu, ticaretten öte bir anlayışla üretilmesi gerekliliği Truffaut tarafından vurgulanmıştır. Fransız yönetmenlerin “Peşinde oldukları özel konular ya da özel bir stil, hatta politik veya toplumsal bir hareket değildi. Bütün istedikleri Hollywood yönetmenlerinin durumunda olduğu gibi en katı endüstriyel disiplinin ortasında bile bir özerklik işaretiydi. Özerklik öğretisi onların kuralların, sınırlamaların, hatta estetik kuralların/ sınırlamaların olmamasının klasik teatral ve edebi sınırlamaların hakim olduğu Fransız sinema endüstrisinden kopma isteklerine uygun olmasının garantisiydi” (Kovacs, 2016:221).
Auteur kuramının ortaya çıkışına baktığımızda, yönetmenlerin kendi özgürlüklerini elde etme ve öz bilinçleri, kendi sanat anlayışları doğrultusunda film üretme isteği olduğunu açıkça görülür. Bir yerde sanatın var olabilmesi, bir yaratım sürecinden bahsedebilmek için özgür bir biçimde hareket etmekten bahsedilmesi gereklidir. Geçmişteki kaygılar ile günümüzdeki kaygılar benzerlik taşımaktadır. Fransız yönetmenlerin ticari sinemaya karşı vermiş oldukları mücadele, yönetmenin özgürlüğü söylemi günümüzde de devam etmektedir. Günümüzde bu mücadele biçim değiştirmiş, bu mücadele ile anılan auteur kelimesi anlam dağarcığını genişleterek yeni boyutlar kazanmıştır.
Auteur’ü yönetmenin ticari sinema ile olan mücadelesinden soyutlayarak tanımlayacak olursak eğer Kovacs’ında dediği gibi “Bir ‘auteur’ tür tekniğinin ya da konusunun her tipiyle çalışabilir, ancak onun kişisel ‘imzası’ hemen tanınabilmelidir” (Kovacs, 2016: 51) sözünden yola çıkarak tanımlanabilir. Yönetmen ürettiği her eserde kendi özgü bir nokta yaratır ve bu noktalar auteur olarak adlandırılan yönetmenlerde süreklilik sağlamaktadır. Yönetmenin özerkliğinin sembolü bu noktalardır. Film üzerinde etkileri diğer filmleri ile karşılaştırılarak gözlemlenir.
Reha Erdem, bir auteur yönetmen olarak, filmlerinde şiirsel anlatıma ve montaja önem vermektedir. Reha Erdem sinemanın montajda yapıldığını ve filmin kendi gerçekliğini yarattığını düşünmektedir. Sinemasının bu biçimde önem kazanmasının en önemli nedeni Fransa’da gördüğü sinema eğitimidir. Erdem, Fransa’da aldığı sinema eğitiminde Fransız Yeni Dalgası akımından etkilenmiştir.
Yönetmen Reha Erdem, sinema filmlerinde kendi gerçeklik anlayışını oluşturmakta ve bu gerçeklik anlayışını sürdürmektedir. Filmlerinde genellikle iki gerçeklik anlayışı görülür. Bunlardan birincisi klasik gerçekçi anlayışı iken ikincisi doğaüstü olay görüleri ile klasik gerçekçiliği harmanladığı, gerçekçilik anlayışıdır. Reha Erdem, gerçeklik anlayışını zamanı ve belleği kullanarak hem kırmakta hem de gerçekliği yeni bir düzlemle kurmaktadır.
“Korkuyorum Anne” filminde gerçeklik bellek üzerinden yaratılırken, “Kosmos” ve “Şarkı Söyleyen Kadınlar” filmlerinde doğaüstü olan ile somut olanı bir araya getirerek gerçekliği yaratmıştır bu gerçeklik yönetmenin kendi öz bilinci doğrultusunda yarattığı gerçekliktir. Reha Erdem yine bir başka filmi olan “Beş Vakit” filminde oluşturduğu klasik gerçekliği, zaman üzerinden yaratmıştır. Yönetmen “Beş Vakit” filminde bir taşra hikâyesini anlatırken gerçekliği ve zamanı dini bir olgu olan ezan vakitleri üzerinden yaratarak kurmuştur.
Reha Erdem’in “Jin” filmi, Türkiye sınırları içerisindeki en büyük toplumsal ve politik olay olan, terör sorununa bakan bir filmdir. “Jin” filminde doğa ve insan ilişkisi üzerinden iktidar ve halk ilişkisi işlenmiştir. Genç bir kadının dağda verdiği hayatta kalma mücadelesi, doğa ve iktidara karşıdır. Toplumsal olana değinen Reha Erdem, gönderme ve benzetmeler ile ideolojik mücadeleye gösteren ve gösterilen düzeyde değinmiştir. “Kosmos” filminin başkahramanı Battal da iktidar ile mücadele içindedir. Askerler Battal’ın peşindedir ve onu yakalayarak düzeni sağlamak istemektedir.
Reha Erdem sinemasını auteur sineması yapan en önemli nokta kendi biçimini ve üslubunu oluşturmuş olmasıdır. Yönetmen, biçimin yanında içerik olarak da işlediği konularda süreklilik sağlamıştır. Reha Erdem filmlerinde modern hayatın içindeki bireyler ile taşradaki bireylerin hayatına değinmektedir. “Kaç Para Kaç” ve “Korkuyorum Anne” şehir hayatındaki bireylerin yaşamlarını ele alırken bunun dışında kalan filmleri taşrada veya kalabalıktan uzak yerleşim yerlerinde geçmektedir.
Doğa, hayvan ve insan üçgeni Reha Erdem sinemasının en önemli üç ögesidir. Yönetmen kendi anlatım biçimini oluştururken bu üç ögeye fazlasıyla değinir ve bu üç ögeden yola çıkarak filmlerini üretir. Kendi anlatım biçimini yine bu üç öge üzerinden yola çıkarak oluşturur, bu yapıyı oluşturduğu en önemli araç ise kurgudur. Anlatımını kurgunun tüm imkânlarını ve içeriğin kendisini kullanarak yapar. Kosmos filmi bunun en önemli örneğidir.
Reha Erdem, kendi içinde ve sinemasında ideolojik ve mitolojik evreni en iyi biçimde yaratmayı başarmış yönetmenlerden biridir. “Kosmos” filmi bir süper kahraman filmi bir mitolojik hikâye gibidir. Hiç beklenmedik bir anda gelen bir yabancı tüm köy halkına şifa dağıtır ve bunun ötesi de olur. Filmin başkahramanı Battal ölü bir çocuğu diriltir.
Anlatılan hikâye doğaüstü olsa da film şimdi zamandan çıkmaz ve en duru biçimi ile zamanın gerçekliğini taşraya adapte ederek verir. Yine aynı şekilde “Şarkı Söyleyen Kadınlar” filminin evreni de dünyandan uzak yokmuş gibi gösterilen bir evrendir. Film içerisinde yine ölen bir insan dirilir. Reha Erdem sinemasının evreni yönetmenin kendine has üslubu çerçevesinde gelişir.
Doğa ve hayvan, Reha Erdem sinemasında her zaman ön planda olan ögedir. Doğa ve hayvan ögesi insan ile ilişkilendirilerek Reha Erdem sinemasında yeni bir biçim alır. Yönetmen doğayı ve hayvanların seslerini yoğun olarak kullanarak biçimini ve içeriğini destekler.
Doğa, hayvan ve insanın biçim ve içerik yönünden Reha Erdem sinemasında nasıl var olduğuna, işlendiğine baktığımızda karşımıza taşrada veya şehirden uzak yerlerde geçen filmlerin mekânları karşımıza çıkar. “Beş Vakit” ve “Kosmos” filmi bir köyde geçerken “Hayat Var” filmi şehrin dışında “Jin” filmi dağlarda doğanın kalbinde ve “Korkuyorum Anne” filmi bir adada geçmektedir.
Seçilen bu mekânlar yönetmenin sinemasal biçimini etkilemektedir. Doğa ile iç içe olan mekânlarda geniş plan kullanmanın yanında yakın planlar hatta detay planlar kullanır. “Jin” filminde detay planlar ile çekilen hayvanlar bunun göstergesidir. Yönetmenin filmlerinde hava koşulları ise önemli bir yer tutar filmlerin çoğunda şiddet olan veya kahramanın yalnızlaştığı, mücadele içine girdiği sahnelerde doğa şiddetlenir.
Filminde genç kadının tecavüzden kaçtığı sahne ve “Hayat Var” filmde genç kızın marketten çıktıktan sonra yerde yattığı sahnede hava olayları şiddetlenmiştir. “Korkuyorum Anne” filminde deprem, birleştirici bir öge olarak kullanır. Yine “Şarkı Söyleyen Kadınlar” filmde kullanılan deprem ögesi de birleştirici özelliğinin dışında ayrıştırıcı ve bölücü bir özellik üzerine kurularak kullanılmış ve bir çatışma yaratılmıştır.
Doğanın en önemli parçası olan hayvanlar ise yönetmenin sinemasında biçimi ve içeriği etkileyen en önemli öğelerdendir. Hayvanlar Reha Erdem sinemasında kurguda kendini gösteren ve biçimi etkileyen bir ögedir. Anlatıyı güçlendirmek isteyen yönetmen bunu kullanır, örneğin “Korkuyorum Anne” filminde kahraman denizin içindedir ve başkaları tarafından sorgulanır gibidir. Kimse yanında değildir. Bir yandan insan sesleri duyulurken bir yandan eşek anırmaları duyulur.
İçerik olarak hayvanların nasıl kullanıldığına baktığımızda, yönetmenin filmlerinde şiddetin olduğu sahnelerde hayvanların huysuzlaştığı ve naralar attığı duyulur. “Kosmos” filminin Battal’ı doğa ve hayvanlar ile bir bütün içinde olan ve bunları yansıtan bir kahramandır. Battal’ın filmde doğa ile ilişkisine bakıldığında, filmin diğer kahramanı Neptün ile hayvanlarınkine benzer bağrışmalar, koşturmalar ile iletişim kurdukları görülmektedir.
Filmde Battal, bir insana saldıran köpekleri sakinleştirir. Doğa ve iç içe olma, doğaya sığına durumu Reha Erdem sinemasındaki çocuklarının özelliklerindendir. “Korkuyorum Anne”de , “Hayat Var”da ve “Jin” filminde çocuklar bir şeylerden korktuklarında ağaca tırmanırlar. Ağaç bir kaçış yeri, doğanın korumacı kucağı olarak görülür.
İnsan ilişkilerine de değinen Reha Erdem bunu daha çok, ebeveyn ilişkileri ve nesiller arasındaki çatışmalar üzerinden kurmaktadır. “Korkuyorum Anne” filminde hafızasını kaybeden genç adam ile babası üzerinden kurulan bir baba-oğul çatışmasının yanında anne-oğul arasında üzerinden kurulan bir çatışmada mevcuttur. Reha Erdem’in kurduğu bu ebeveyn çatışmaları psikanaliz çerçevesinde de incelenebilinir.
Bunun bir diğer ve en önemli örneği ise “Beş Vakit” filmidir. “Beş Vakit”te yönetmen bir kız çocuğu ve iki erkek çocuğu üzerinden ebeveynleri ile çocuklarının arasındaki çatışmayı anlatır. Filmde çocuk babası ile çatışma halinde iken babası da kendi babası ile çatışma halindedir. “Hayat Var” filmdeki genç kız yine aynı şekilde annesi ile çatışma halindedir ve babası ile olan ilişkisi yok denecek kadar azdır.
“Şarkı Söyleyen Kadınlar” filminde ise hasta bir adam ile babası arasındaki çatışma görülür. Baba kendi istediği biçimde oğlunu şekillendirmek ister fakat bunu başaramaz ve onu sürekli kıyaslar, bu kıyaslama yönetmenin ebeveyn çatışmasına değindiği tüm filmlerde mevcuttur.
Yönetmen Reha Erdem, ilk filmi “A Ay”dan son filmi “Koca Dünya”ya kadar kendi öz bilinci doğrultusunda filmler üretmiştir. Tüm filmleri birebir aynı biçim ve içerikleri sahip olmasa da her filminin bir biri ile olan ilişkisi mevcuttur. Auteur kuramı çerçevesinde bakmış olduğumuz Reha Erdem sineması genel hatları ile doğa, insan ve hayvan arasında ilişkiyi anlatır.
Şehirden uzakta olan yaşam yerlerini mekân olarak seçer, baba-oğul yoğunlukta olmak üzere ebeveyn ilişkilerini anlatır. Yönetmen, filmlerinde kendi evrenini yaratmıştır. Kendi evrenini yaratması ise onun kendi gerçekliğini, kendi mitlerini, kendi zaman algısını yaratması anlamına gelir.
Kaynakça:
Kovacs ,A.B.(2016) Modernizmi Seyretmek: Avrupa Sanat Sineması 1950-1980, Ankara, De ki Yayınları.