Magnus von Horn’un yönettiği 2024 yapımı Şişli Kız (Pigen med nålen), Cannes Film Festivali‘nde yarıştıktan sonra ülkemizdeki prömiyerini Filmekimi’nde gerçekleştirmiştir. Film, Danimarka’nın Oscar aday adayı olarak ülkeyi temsil etmeye hazırlanıyor. 1910’lu yılların sonunda yaşanan gerçek olaylardan esinlenen film, monokrom planları, 4:3 kadrajlarıyla karakterleri sınırlayarak klostrofobik bir aura çizmektedir. Ayrıca, beden politikaları kapsamında kadınların ataerki ve iktidar mekanizmaları tarafından ne denli sınırlandıkları; mevcut toplumsal erozyon nedeniyle insanların cinayetlere meyletmelerini çarpıcı ve yer yer rahatsız edici sahneleriyle ele alıyor.
Kadının Adı Yok
Film, ana karakter Karoline’nin kirasını ödeyememesi nedeniyle evden çıkarılmasıyla başlar. Bir iplikçi fabrikasında çalışan Karoline, savaştan dönmeyen kocasının durumundan faydalanarak patronundan dul maaşı talep eder. Ancak, kocasının ölüm belgesini temin edemediği için kabul edilmez. Patron, Karoline ile yakınlaşır. İlişki yaşarlar. Karoline hamile kalır. O esnada kocası Peter meydana çıkar. Karoline, Peter’i evinden atar. Karoline ve patron, annelerine gözükürler. Cinsel muayene sonrasında hamile oldukları tasdiklenir. Patronun annesi, Karoline ile patronun evliliğini onaylamaz. Patronun annesinin, kadın olduğu halde ataerkiyi yeniden üretmesi ve kendi hemcinsini cinsel, ekonomik şiddete maruz bırakması da ataerkil sistemin kadınları nasıl birbirine düşmanlaştırdığını da göstermektedir.
Karoline, bebeği doğurmadan önce umumi banyoda şişle kaqdınlık organına saplar. Ancak kadınlar tarafından kurtarılır. Çocuğu doğurur. Umumi banyoda tanıştığı Dagmar’ın şekercisine uğrar. Dagmar’a çocuğu vermek ister. Dagmar, para karşılığında çocuğu “iyi ailelere” vereceği sözünü verir. Karoline, fakir olduğundan borcunu ödeyemez. Borcunu ödemek adına verilen çocuklara süt anneliği yapar. Bu süre zarfında başta kendi çocuğu olmak üzere Dagmar’ın bebekleri öldürdüğüne tanık olur. Bu da, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan topumsal, ekonomik erozyonun yansıması olarak görülebilir. Danimarka’da sistemli işleyen evlat edinme, çocuk politikalarının olmaması ve hakim Hıristiyan ideolojisi ile ataerkil sistemin kadınları slut-shaming‘e maruz bırakması yasa dışı yollarla ailelerin çocuklarını başkalarına verdiklerini gösteriyor. Dagmar’ın çocukları öldürmesi de, ülkemizde de tanık olduğumuz nüfus politikaları yetersizliği, bebeklerin şeyleştirilmesi ve önüne geçilemeyen çocuk cinayetlerinin bir tezahürüdür. Dolayısıyla Dagmar’ı kör bir biçimde suçlamak yerine Dagmar’ı bebek cinayetlerine iten sebepleri araştırmak gerekir.
Şehrin Görünmeyenleri
Danimarka’nın isimsiz bir şehrinde geçen film, modernitenin ve savaşın kadınları, savaşta yaralananları ve diğer dezavantajlı konumdaki kişileri mekansal olarak nasıl dışladığını ustalıkla yansıtmaktadır. Bu anlamda Slavoj Zizek’in Mimari Paralaks kitabına referans vermekte fayda var. Zizek, mekan tasarımının sınıfsal olarak meydana geldiğini; lağımların, egemen sınıfa dahil olmayan kimselerin şehrin olabildiğince dış kısımlarında konumlandıklarını yazar. Karoline, Dagmar ve Karoline’nin kocası Peter, egemen sınıfın dahil olmadığı yerlerde yaşamlarını sürerler. Karoline, film süresince kadraj tarafından da sınırlandırılacak şekilde oldukça dar ve kimsenin fark etmeyeceği odalarda yaşamını sürer. Peter ise savaş gazisi olduğu ve yüzü parçalandığı için insanların eğlence unsuru haline gelip yaşamını sirklerde sürdürür.
Filmin havası Alman dışavurumcu filmleri, özellikle Fritz Lang’ın bir çocuk katilini anlatan M filmini hatırlatır. Şehir olabildiğince her iki filmde tekinsizdir. Halk içerisinde tırmanan güvensizlik ve her iki katilin de duruşmalar esnasında halkın görsel ve psikolojik anlamdaki yığın haline gelerek tepkisine maruz kalmaları iki film arasındaki parallellikler arasında örnek gösterilebilir. Öte yandan kontrastları, planları ve monokromu kullanış biçimiyle David Lynch’in Eraserhead ve Fil Adam filmlerini anımsatmakla birlikte; gore’a doğru giden görsel rahatsız edicilik hususlarında Lars von Trier ile psikolojik çatışma, yabancılaşma kavramlarıyla da Bergman’ın 1960’lı yıllardaki filmlerini anımsatmaktadır.
Sonuç Yerine
Şişli Kız‘ı, ülkemizde son hızıyla ne yazık ki tırmanan ve çoğumuzun üzülerek takip ettiğpi, uykularımızı harap eden kadın, çocuk ve hayvan cinayerlerinin yoğun olduğu dönemde izlemek tesadüf sayılmaz. Filmin geçtiği 1918 yılından günümüze esasında ataerkil sistemin kadınlar, çocuklar üzerindeki baskısının değişmediğini ve ister Avrupa ister Türkiye toplumu olsun güncelliğini koruduğunu görmüş oluyoruz.
Ucuz edebiyat yapmak yerine kadın olmanın zorlukları ve esas hedef alınması gereken ataerkil sistem yerine kadınların birbirine kırdırıldığına filmde tanık oluyoruz. İktidarın çöktüğü ve ekonomik buhranların tırmandığı ülkelerde kaçınılmaz olarak kadın cinayetleri, bebek cinayetleri yüksek seviyelerde seyretmektedir. Filmin belki de seyirciyi bu denli sarsmasının nedenleri arasında 4:3 kadrajla siyah beyazı kullanarak kadınları sınırlaması, gore elementini kullanması ve ülkemizde yaşanan olaylarla aynı zamana denk gelmesi diye tahmin edebiliriz.