Hani kurban bayramlarında ucuz olsun diye birkaç gün öncesinden alınıp eve getirilen kurbanlıklar vardır ya. Çocukken beslediğimiz, oynadığımız hatta isimler taktığımız. Daha sonra kesildiğinde ise arkasından günlerce ağladığımız, etinden yapılan yemeği annemizin bize zorla yedirdiği. Şimdi bu hayvana birkaç gün değil de on yıl baktığınızı düşünün. Tüm günü onunla geçirdiğinizi, birlikte oyunlar oynadığınızı, dolaştığınızı. Ve yri geldiğinde sizin için kendini riske atarak hayatınızı kurtardığını. Bu dostunuzun kurban edilmesine izin verir miydiniz?
“Memories of Murder”, “The Host”, “Mother” gibi filmleriyle dünya sinemasına hırılıtılı bir soluk getiren Bong Joon Ho’nun “Snowpiercer”dan sonra İngilizce dilinde çektiği ikinci filmi “Okja”, Güney Kore’de dedesiyle yaşayan Mija’nın, dev bir hayvan olan en yakın arkadaşı Okja’yı çok uluslu bir şirketin elinden kurtarmaya çalışmasını konu alıyor.
Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren Netflix filmi “Okja”, konusu ve oyuncularından çok Cannes ve Netflix arasında çıkan anlaşmazlıkla dikkat çekmişti. Fransa’da bulunan hiçbir sinema salonunda gösterilmeyen “Okja”nın yine Netflix yapımı olan “The Meyerowitz Stories” ile birlikte Altın Palmiye yarışına girmesi, Fransız dağıtım şirketleri başta olmak üzere pek çok kişiyi kızdırdı. Sinemanın geleceğinin Netflix olduğunu söyleyen Netflix İçerik Yöneticisi Ted Sarandos bu öfkeyi daha da körükledi. Bir süre devam eden gerginliğe, Netflix’in bu iki filmi Fransa’da gösterime sokacağını söylemesiyle ara verildi. Kısa süreli bu ateşkes, dönemin Jüri Başkanı Pedro Almodóvar’ın Altın Palmiye kazananını seçerken “Okja” ve “The Meyerowitz Stories” filmlerini dikkate almayacağını açıklamasıyla yeniden bozuldu. Ve olaylar ertesi yıl -yani bu yıl- Netflix’in hiçbir filmini Cannes Film Festivali’nde göstermeyeceğini açıklamasıyla başka bir boyuta taşındı. Ünlü yönetmen Alfonso Cuaron’un Netflix yapımı filmi “Roma”yı Cannes Film Festivali’nde gösterebilmek için deyim yerindeyse Netflix’e yalvaran festivalin Artistik Direktörü Thierry Frémaux şüphesiz bu anlaşmazlıktan en çok etkilenen isim oldu. Netflix ve Cannes Film Festivali arasındaki gerginlik ve bu bağlamda, sinemanın geleceği tartışmaları başka bir yazının konusu olabilecek kadar derin mevzular. Ben konuyu daha fazla dağıtmadan “Okja”ya geri dönüyorum. Gelelim filmin konusuna.
Lucy Mirando, büyükbabası, babası ve ikiz kız kardeşi Nancy’nin yıllar boyunca doğaya ve hayvanlara zarar veren politikalarıyla yerle bir olan şirket imajını düzeltmek için bir strateji geliştirir. Tüm dünyaya Mirando Şirketi’nin Şili’deki bir çiftlikte mucizevi bir şekilde keşfedilen(!) süper domuz yavrusunu “tamamen doğal” çiftleşmeyle başarılı bir şekilde çoğaltıldığını duyurur. Toplamda 26 adet süper domuz yavrusu elde etmeyi başaran Mirando Şirketi, bu yavruları dünya çapında 26 ülkeye göndermiş ve o ülkedeki yerel bir çiftçiye teslim etmiştir. 10 yıl boyunca geleneksel yöntemlerle büyütülecek olan bu yavrular arasında bir yarışma yapılacaktır. Yarışmayı kazanan süper domuz ise New York’a getirilerek burada düzenlenecek canlı yayında dünyaya tanıtılacaktır. Aradan 10 yıl geçer ve yarışmayı Güney Kore’nin kırsallarında bir dede ve torunu Mija tarafından büyütülen Okja kazanır. Yalnız bir sorun vardır. Küçüklüğünden beri Okja’yla büyümüş olan Mija’nun Okja’dan ayrılmaya niyeti yoktur.
Bong Joon Ho’nun senaryosunu ünlü gazeteci, yazar ve “Frank” filminin senaristi Jon Ronson’la birlikte kaleme aldığı “Okja”nın görüntü yönetmenliğini ise, “Delicatessen”, “Se7en” ve “Midnight in Paris” filmlerinde de çalışmış olan Darius Khondji üstlendi.
“Okja” ilk bakışta insan ve hayvan arasındaki dostluğu anlatıyor gibi görünmesine rağmen, aslında koca bir endüstriyi ve bu sistemde çarkların nasıl döndüğünü gözler önüne seren bir film. Önce görselliği ve pastoral atmosferiyle sersemlettiği izleyiciyi, daha sonra Seul ve New York sokaklarındaki kaosun ortasına bırakan Bong Joon Ho’nun yarattığı bu kontrast elbette tesadüf değil. Bir yanda doğanın güzelliği, huzuru ve ona saygı duyulduğunda ne kadar verici olabileceği gösterilirken, diğer yanda onu sömüren, üzerindeki canlıları birer “mal” olarak gören, talepkar ve acımasız bir sistemin çarklarına bakarken buluyoruz kendimizi.
Genetiği Değiştirilmiş Hayatlar
Öncelikle, filmin en dikkat çeken unsurlarından biri olan genetiği değiştirilmiş organizmalardan bahsedeceğim. Filmde Lucy Mirando, toplumun genetiği değiştirilmiş organizmalara karşı hassasiyetinden dolayı onlara beyaz bir yalan söylemek zorunda kaldığını ifade ediyor. Lucy, ayrıca bu mucizevi süper domuzların çevrede en az düzeyde ayak izi bırakacağını, daha az yem yiyip daha az dışkı üreteceğini söylüyor. Kulağa ne kadar da harika(!) geliyor değil mi? Biyoteknolojinin milyonlarca yıllık evrimden daha iyi iş çıkarabileceğini düşünmek bence çok naif bir düşünce. Bilim dünyasını arkasında bırakıp, doksan beş yıllık hayatının yetmiş yılını doğal yaşama ve tarıma adayan Masanobu Fukuoka’nın da, “İnsan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, doğaya asla hükmedemez. Yapabileceği, doğaya hizmet etmek, onun kurallarıyla uyumlu yaşamaktır.” sözleriyle ifade ettiği gibi, bilimin doğanın karşısında hiçbir şansı yok.
Kaldı ki bilimsel araştırmalar gıda endüstrisinin çıkarlarını gözetmek için ve büyük şirketlerin finansmanıyla yapıldığından yalnızca verimliliği arttırmak, raf ömrünü uzatmak, doğurganlık oranını ve büyüme hızını yükseltmek gibi kar amaçlı güdülerle yapılmaktadır. Dolayısıyla bu alanda yapılmakta olan biyoteknolojik araştırmaların ne samimiyeti ne de uzun vadede işlevselliği vardır. Onun yerine doğaya, canlılara, çevreye saygı duymak ve kaynakları etkili bir şekilde kullanmak yapılacak en mantıklı hareket gibi görünüyor.
Filmin Antagonisti: Hayvancılık Endüstrisi
“Okja”, merkezine “Hayvanları yemeyin”, “Et yiyenler katildir” savlarını koymamış. Ki Bong Joon Ho’nun ilk uzun metrajlı filmi “Flandersui gae” nam-ı diğer “Barking Dogs Never Bite”ı izlerseniz, yönetmenin kesinlikle bu tarz kaygılar taşımadığını görürsünüz. “Okja”nın en büyük derdi, kapitalist sistemin demirbaşlarından olan gıda endüstrisi ve bu doğrultuda et sanayiinin doğaya ve canlıya bakış açısı.
Endüstriyel çiftliklerde, içi antibiyotik yüklü yemlerle doldurulmuş, daracık üretim hatlarında yağlanmayı ve saati dakikası önceden belirlenmiş ölümlerini bekleyen hayvanlara yapılanlar, insanlık tarihinin kölelik ve sömürgecilikten sonra en büyük yüz karalarından biri olacaktır.
Okja’nın insanlarla (özellikle Mija ile) iletişim kuran, duyarlı ve zeki bir canlı olmasını fantastik bulanlar olabilir. Hatta Mija’yı kurtardığı sahne o denli dokunaklıdır ki, filmin geri kalanında Okja’yı hayvandan ziyade bir aktör olarak görüp kendimizi ona empati kurarken buluruz. Bu durumun bir sonucu olarak filmin sonlarına doğru binlerce “Okja”yı kesilmek üzere mezbahada gördüğümüzde ise dehşete kapılmak kaçınılmaz olur. Burada Okja’nın fantastik bir canlı olması olayı gerçekdışı yapmıyor. Çünkü mezbahalarda şu anda bile korku ve dehşet içinde sırasını bekleyen milyarlarca duyarlı hayvanın aslında Okja’dan hiçbir farkı yok.
Hayvan Kurtuluş Cephesi
Filmde yer alan Hayvan Kurtuluş Cephesi (Animal Liberation Front) gerçek bir organizasyon. Kurulduğu 1976 yılından bu yana faaliyetlerine devam eden örgüt, hayvanları hayvanat bahçeleri, mezbahalar ve laboratuarlardan kurtaran ve onları doğal yaşam alanlarına yerleştiren aktivist bir grup. Hayvanlara yapılan zulümden kar eden şirketleri maddi zarara uğratan ve her türlü kötü muameleyi ifşa eden bu ekip, eylemleri sırasında hiçbir insana zarar vermiyor.
Hayvan Kurtuluş Cephesi’nin bu barışçıl politikaları ne yazık ki polis kuvveti, Gıda ve İlaç İdaresi (Food and Drug Administration – FDA) başta olmak üzere bilimum bürokrasi aktörleriyle iyi ilişkiler geliştirmiş olan sektörün despot duruşu karşısında idealist ve naif kalıyor. Ancak sonuç ne olursa olsun örgütün bu ilkeli ve mücadeleci duruşu 40 yıldır korunuyor. Filmde de bu organizasyonun oldukça gerçekçi bir şekilde resmedildiğini düşünüyorum. Son dakikasına kadar mücadelenin devam edeceğini ve umudun kaybolmadığını görmek heyecan vericiydi.
Bong Joon Ho Evreni
Bong Joon Ho uluslararası ilk filmi “Snowpiercer”ın, kadrosunda yer alan Chris Evans, Tilda Swinton, Jamie Bell, Octavia Spencer, Ewen Bremner, John Hurt ve Ed Harris gibi dünyaca ünlü yıldızlarla genişlettiği evrenini, “Okja” ile başka bir boyuta taşıdı. Filmin zengin kadrosunda, Tilda Swinton (“We Need to Talk About Kevin”), Paul Dano (“There Will Be Blood”), Ahn Seo Hyun, Jake Gyllenhaal (“Nightcrawler”), Giancarlo Esposito (“Breaking Bad”), Steven Yeun (“The Walking Dead”), Lily Collins (“To the Bone”) ve Shirley Henderson (“24 Hour Party People”) yer alıyor.
Kompleks ve çok katmanlı karakterleri canlandırmak konusunda oldukça başarılı ve bence yaşayan en iyi oyunculardan biri olan Tilda Swinton filmde iki karaktere birden hayat verdi. Swinton, filmle ilgili yapılan bir röportajda imaj takıntılı Lucy Mirando karakterini sahte duyarlılığın manifestosu olarak gördüğünü söyledi. Usta oyuncu Lucy ve Ivanka Trump karakterleri arasındaki paralelliği farketmeden edemediğini dile getirdiği röportajda, Trump ile ilgili düşüncelerini “Onu üzerimde kostümle, televizyonda Cumhuriyetçi Parti Ulusal Kongresinde gördüğümde, ‘Ah, aynı şeyi yapıyoruz’ dedim. Tam olarak bir ilham kaynağı değildi – daha çok bir kabusun gerçekleşmesiydi.” sözleriyle açıkladı.
Filmde gerçek bir kişiyle benzerlik gösteren tek kararter Lucy Mirando değil. Jake Gyllenhaal’ın çoğu izleyici tarafından abartılı bulunan mahvolmuş TV Zooloğu Johnny Wilcox karakteri de, İngiliz TV sunucuları Johnny Morris ve Jimmy Savile’den etkilenilerek geliştirilmiş. Bu iki sunucunun çoğunluğu çocuklara olmak üzere yüzlerce cinsel suçtan sorumlu olduğunu da ekleyeyim. Tilda Swinton’ın “Eğlence programları yapan ve bu programlarda abartılı ve yapmacık tavırlar sergileyen kişileri pek tekin bulmadığımızı ve bu programları izlerken hepimizin bu aşırı coşkunun yanlış giden bir şeylerin göstergesi olduğunu düşündüğümüzü hatırlıyorum.” sözleriyle ifade ettiği bu sunucuları düşününce Johnny Wilcox karakterinin çok da gerçek dışı olmadığı düşünülebilir.
Filmde performansından söz edilmesi gereken en önemli kişi ise Mija karakterini canlandıran Ahn Seo Hyun. Jake Gyllenhaal’ın da inanılmaz bir oyuncu olarak tasvir ettiği Ahn Seo Hyun, Mija ile ortaya azimli, pes etmeyen, güçlü bir karakter çıkarmış.
Sakin tavırlarıyla güven veren ve tutarlılığı ve sadakatiyle kendine hayran bırakan hayvan aktivisti Jay karakterini canlandıran Paul Dano, inanılmaz(!) çeviri yetenekleriyle filmin eğlenceli dakikalarına imza atan “K”e hayat veren Steven Yeun ve kararlı, erdemli bir karakter olan “Red” rolünde gördüğümüz Lily Collins de filme değer katan oyunculardı.
Okja
Okja’nın görsel efekt uzmanı “Life of Pi” filmiyle Akademi ödülü kazanan Erik De Boer. Okja ilk tasarlandığında Bong Joon Ho’nun kafasında yalnızca iki özelliği varmış. Devasa boyutta olması ve içe dönük, kederli bir ifadesinin olmasıymış. Birkaç eskiz çizdikten sonra vizyonunu yaratık tasarımcısıyla paylaşan yönetmen, daha önce hiç görülmemiş bir canlı olan Okja’nın insanların aşina olduğu bir görünüme sahip olmasını istemiş. Bu aşamadan sonra Okja’nın tasarımı deneme yanılma süreciyle ilerlemiş.
Dokunaklı bir görünüşü olan Okja’yı tasarlarken birkaç farklı hayvandan ilham almış. Bu hayvanlar domuz, deniz ineği ve hipopotammış. Yönetmene göre oldukça sofistike bir canlı olan domuz, bu kombinasyonda önemli yer tutuyor. Domuzun yanı sıra fiziksel özellikleri bakımından deniz ineğine benzeyen Okja’nın, yönetmene göre en belirgin özellikleri ise şefkatli ve nazik olması. Okja’nın oyuncu ve eğlenceli yapısı ise dört tane köpeği olan Tilda Swinton’a en büyük köpeği Rosie’yi hatırlatmış. Hatta filmden sonra Swinton köpeğine Okja diye seslenmeye başlamış.
Filmden Anekdotlar
- “Okja”, yönetmen Bong Joon Ho ile oyuncu Tilda Swinton’ın “Snowpiercer”dan sonra ikinci işbirliği. Bu kez Tilda Swinton oyunclukla yetinmemiş, filmin yapımcılarından biri de olmuş.
- Filmin ortak yapımcılarından biri de Plan B Entertainment şirketinin sahibi Brad Pitt.
Jake Gyllenhaal ve Paul Dano, daha önce Dennis Villeneuve imzalı “Prisoners” filminde bir araya geldi. “Okja”dan sonra ise Gyllenhaal, Paul Dano’nun ilk yönetmenlik çalışması olan “Wildlife” filminde rol aldı. - Giancarlo Esposito’nun canlandırdığı Frank Dawson karakteri için düşünülen ilk isim, Bill Nighy imiş.
- Shirley Henderson’ın oynadığı Jennifer karakteri için ilk teklif “Trainspotting” filmindeki rolüyle tanınan Kelly MacDonald’a götürülmüş, ancak rol nihayetinde Henderson’a gitmiş.
- Filmin çekimleri sırasında çeşitli mezbahaları ziyaret eden Bong Joon Ho, gördüklerinden etkilenip peskataryan (balık yiyen fakat et yemeyen kişi) olmaya karar vermiş.
- Filmde yer alan isyan sahnesinin bir karesinde arkadaki binanın adresine yakın çekim yapılır. Bu adres “30 Broad”, yani Goldman Sachs’ın ev adresidir. Bu kare Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) protestolarına açık bir göndermedir.
- Filmde Okja’nın sevdiği meyve hepimizin bildiği adıyla cennet hurması, ya da cennet elması, ya da Trabzon hurması. Neyse siz neden bahsettiğimi anladınız.
- New York’taki geçit töreni sahnesinde, Tilda Swinton “Han Bok” adında geleneksel bir Kore elbisesi giyiyor. Esasında Han Bok kırmızı, mavi ve diğer canlı renklerden oluşan bir elbise. Ancak Swinton’ın giydiği kıyafet yalnızca iki renkli.