Bazen kendimizi yaşadığımız sorunlarla bir başına hissettiğimiz, sıradan olduğumuzu ve bu sıradanlığın “anormal” olduğunu düşündüğümüz anlar olur. Değersizlik hissi zaman zaman ağır basar. Derken muhtemelen spotify’da sizin için seçilmemiş bir şarkı duyarsınız. Bir anda o şarkının sözleri, hitabı tam da hislerinizin tercümanı olurken kafanızdaki soruları da cevaplar. O anda müziğin iyileştirici gücü dedikleri şeyi bir nebze bile olsa anlarsınız. En azından My Chemical Romance (MCR)’in “I’m Not Okay”ini ilk duyduğumda bana böyle olmuştu. Klibi, sözleri, Gerar Way’in histerik sesi aklımdan geçen her şeyle o kadar uyumluydu ki bir şarkıda hayranları oldum. Geriye baktığımda sorunları olan tek kişi olmadığımı, normalliğin esasında çok abartıldığını öğrenmemde MCR’ın muazzam bir etkisi olduğunu anlıyorum. Tüm bu sebeplerden ötürü Netflix’in 2007’de Gerard Way tarafından yaratılan “The Umbrella Academy” isimli çizgi romanı diziye uyarlanacağı haberi dört gözle beklediğim bir gelişmeydi.
Şubat ayında bekleyişimi bitiren ilk bölüm hamile olmamalarına rağmen 43 kadının bir anda doğum yapması ile başlıyor. 43 farklı anneden olan bu çocukların 7’si milyarder Sir Reginald Hargreeves tarafından evlat ediniliyor. Sir Reginald, özel güçleri olan bu çocukları dünyayı kurtarmak için eğitmeye ve görevlere göndermeye başlıyor ve bu şekilde namıdiğer “Umbrella Academy”yi kurmuş oluyor. Bu noktaya kadar X-Men hissi uyandıran hikaye, Sir Reginald’ın sevgisiz ve ilgisiz yetiştirdiği süperkahramanların üstesinden gelemedikleri sorunları sebebiyle tekinsiz bir hal alıp Watchmen’i daha çok andırmaya başlıyor. Sir Reginald’ın çocuklarına isim vermek yerine onları güçlerine göre sıralayıp aşırı derecede güçlü olanına Bir Numara (Luther), bıçaklar konusunda Bullseye kadar becerikli olanına İki Numara (Diego), zihin kontrolü yapabilene Üç Numara (Allison), ölülerle konuşabilenine (Klaus) Dört Numara, zamanlar ve mekanlar arası sıçrama yapabilenine Beş Numara (Five), ahtapot-vari devasa bir canavara dönüşebilenine Altı Numara (Ben) ve herhangi bir güce sahip olmayanına da Yeni Numara (Vanya) diye hitap etmesi dahi başlı başına bir travma sebebi. Nitekim uzun süre uyumlu kalmayı başaramayıp dağılan Umbrella Academy üyeleri, Sir Reginald’ın cenazesi için bir araya geldiğinde üvey babalarına karşı hislerini saklamadıkları gibi aralarındaki gerginliği de açıkça gösteriyor.
Sadece karakterlerin bireysel ardıl hikayeleriyle bile yeterince dram unsuru sunan dizi, Sir Reginald’ın şüpheli ölümü ile gizem elementine de tik atıyor. Five’ın 16 yıl aradan sonra gelecekten dönmesi ve sekiz gün içinde kıyametin kopacağını söylemesi yetmezmiş gibi peşinden onu durdurmak için kiralık katillerin ve silahlı ekiplerin gelmesi ise aksiyonun kesinlikle eksik olmayacağının altını çiziyor. Ancak dizinin en güzel yanlarından biri tüm bu ciddi olguların arasına ustalıkla yerleştirdiği mizah unsuru. Ekip üyeleri bir yandan dünyayı kurtarmaya ve canlı kalmaya çalışırken bir yandan da kendilerini, hatta kıyameti bile ciddiye almayabiliyor. Bir yandan beklenmedik hatalar yaparken bir yandan da gelişim gösteriyorlar. Bunun yanı sıra mizah konusunda Misfits’ten tanıdığımız Robert Sheehan’ın ölülerle konuşmamak için daima uyuşturucunun etkisindeki Klaus’u canlandırması oldukça başarılı bir karar olmuş. Sheehan, bu ölçüsüz karakteri o kadar ölçülü yansıtıyor ki Klaus, en sevilen karakterlerden birine dönüşüyor. Varlığı ile mizah unsuru olan bir diğer karakter ise Aidan Gallagher tarafından canlandırılan Five. Gelecekte sıkışıp orada 58 yıl yaşayan Five, hesaplama hatasından ötürü olduğu yaşta değil de 13 yaşındaki bedeni ile günümüze dönmüştür. Dolayısıyla ekibin geri kalanının gözünde halen bir ergendir ve bu Five’ı deli eder. 15 yaşındaki Gallagher’ın 58 yaşında, kıyameti engellemeye çalışan bir adamın birikimini, sabırsızlığını ve bilgeliğini aktarışı ise kesinlikle övgüye layık. Mizah unsuru olmamakla birlikte kadro konusunda Vanya’yı canlandıran Ellen Page’in diziye katkısına kesinlikle değinilmeli. Üvey babası, kardeşleri, yaşadığı hayat Vanya’ya her daim sıradan biri olduğunu hatırlatmış. Sıradanlık döngüsünü kırmak için yazdığı otobiyografi ise aile sırlarını ifşa ettiğinden ötürü kardeşleriyle arasının daha çok açılmasına sebep olmuş. Page; bu sıradan, kırgın ve mahcup karakteri tam da olması gerektiği gibi minimal, oldukça az yer kaplayacak şekilde canlandırmış. Ancak bunu yaparken kesinlikle silik olmamış.
The Umbrella Academy’nin bir diğer güçlü yönü müzikleri. Çizgi romanın yaratıcısının ve dizinin yapımcılarından birinin Gerard Way olması olay örgüsündeki, sahne geçişlerindeki her bir şarkının itina ile seçildiğinin altını çiziyor. Dizi bir yandan The Doors, Queen, Heart gibi efsanelerin eserlerini dinletirken Tiffany, They Might Be Giants, Paloma Faith, Morcheeba gibi isimleri barındıran geniş bir yelpaze sunayı da ihmal etmiyor. MCR hayranlarının duymayı beklediği ses ise Happy Together ve Hazy Shade of Winter’ın coverları ile fanlara ulaşıyor.
The Umbrella Academy’nin Dikkat Çeken Birinci Sezon Müzikleri!
Sorumluluklarını insani olamayacak kadar ustalıkla sırtlayabilen kahraman hikayelerinden sıkılanlar için oldukça sorunlu, her zaman doğru şeyi yapamayan (veya yapmayan) ve “normal” olan karakterleri ile taze bir nefes sunan The Umbrella Academy’nin sorun diyebileceğim tek noktası uyum ve hikaye bolluğu diyebilirim. Ancak dikkatli bakıldığında “uyum” gibi bir sorunu olmadığı gayet net anlaşılan dizide zamanla taşların yerlerine oturacağı barizken hikaye bolluğu da birden fazla sezon olacağının sinyallerini vermekte. Kısacası The Umbrella Academy kesinlikle izlemeye değer olan, karakter gelişimleri, yeni sezonu merakla beklenen Netflix ganimetlerinden biri.