“Ama biliyor musunuz, ruhumuz bir kuş gibidir.”
Yunan yönetmen Theodoros Angelopoulos’un yalın, mitolojik, sınırlar ve arayışlarla dolu sineması her zaman farklı bir yere sahip olmuştur. Görüntüleri adeta bir şiir gibidir. Uzun plan sekansları, sürekli kullandığı sis metaforu, sarı yağmurluklar, manzaralar her zaman filmlerini şekillendiren ögeler konumundadır.
Theodoros Angelopoulos’un Landscape in the Mist (Puslu Manzaralar) filminin kısaca konusuna bakarsak; iki kardeşin bir kere bile görmediği babalarını aramak için yola çıkmalarıyla başlıyor hikayemiz. Alexandros ve Voula,babalarını bulmakta kararlıdır. İzleyenler de bir nevi bu iki kardeşle birlikte o yola çıkmıştır artık. Filmle bağdaştırdığım bir konu ise Angelopoulos’un çocukken, babasının Yunan İç Savaşı öncesi tutuklanması ve bir süre ortadan kaybolması onun unutamadığı ve çok etkilendiği bir dönem olmuştur. Bu durum aranılan bir baba figürü olarak filme yansımış olabilir diye düşünüyorum.
İki kardeş tren yolculuğuna başlarlar. Yolda birbirlerine karşı olan tavırları adeta içimizi ısıtır. Biletleri olmadıkları için trenden atılırlar ve asıl serüvenleri tam da o an başlar. Erişilmeyene olan yolculukları daha da derinleşir. Daha sonraki sahnelerde izleyicinin de umudunun anlık olarak kırıldığı bir ana şahit oluruz. İki kardeş, aslında gayrimeşru olduklarını,babalarının kim olduğunun belli olmadığını öğrenirler. Kardeşlerden Voula, bunu inkar eder ve babalarını bulma konusunda büyük umutla yollarına devam ederler.
Yolda öğrenilen duygulara dair…
Kendilerini bir sokakta bulurlar. Arkalarında kendi düğününden kaçan bir gelin görürler, o sırada kar yağıyordur. Bir anda önlerinde ayakları bağlanarak sürüklenen bir at can çekişir. Bu sahnelerde beyazın kullanımı bilinenin aksine saflığı ve temizliği değil, beyazın nasıl kirlendiğinin göstergesidir adeta. At ölür, gelin ise istemediği evliliğe sürüklenir. Alexandros, ölen atın başında ağlamaya başlar. En çok etkilendiğim sahnelerden biri olmuştur. Çünkü tam o sırada düğünden dans ederek çıkan kişileri görürüz. Sahne içinde birden çok duyguya şahit oluruz. Aslında hayat da böyle değil midir? Siz ağlarken birçok kişinin umursamadan mutluluğuna devam etmesi ya da siz mutluyken birçok kişinin mutsuzluk serüveni? İki duyguyu çok iyi bir şekilde tek karede yansıtmıştır Angelopoulos.
Daha sonra iki kardeş yolda yürürken bir otobüse denk gelirler. Otobüsün içinde tiyatrocu olan Orestes adında bir şoför vardır. Orestes bir süre sonra tiyatrocu grubu ile çocukları bir araya getirir. Tiyatrocuların repliklerini ezberlemeye çalıştıkları sahnede Angelopoulos,pan hareketiyle birlikte Yunanistan’ın tarih akışını da bize sunar. Her çalışılan replik Yunanistan ile ilgili farklı bir gerçektir.Bu noktada yönetmenin ülkesinin yaşadığı sorunlara,acılarına değindiğini farkediyoruz. Zaten Angelopoulos’un çoğu filminde bu duruma alışığız. Kullandığı bazı Yunan mitolojisinden gelen isimler,inşaatlar,fabrikalar,dumanlar,Yunanistan’ın çaresiz olduğu zamanları aktarır izleyene.
İki kardeş ve Orestes birlikte dolaşırlarken,bir film negatifi bulurlar. Alexandros negatifi yanından hiç ayırmaz ve ara ara onu gökyüzüne tutar. Bu onun babasını bulma umudunun devam ettiğinin bir işaretidir. Daha sonra Orestes ile iki kardeşin yolları bir süreliğine ayrılır. Bu sefer karşılarına bir kamyon şoförü çıkar. Yolda çok yoruldukları için kamyona binerler. Kamyon şoförü bir süre sonra durup, Voula’yı kolundan tutup kamyonun arkasına götürür. Bu sahnede filmin en can yakan sahnelerinden biridir. Seyirci olan bitene dair bu sahnede hiçbir şey görmez. Belli bir süre sonra şoförün saçları dağınık bir şekilde dışarı çıktığını görürüz. Voula ise kasanın üstüne oturup bacaklarını aşağıya doğru sarkıtır. Bacaklarının arasında kan vardır. Elindeki kanı da kamyonun kapağına sürerek aslında bu kiri hep taşımasını istemiştir şoförün. Tecavüze uğrayan ve çocukluğunu orada bırakan Voula bir daha asla yaşamak istemediği bir olayın içine düşer.
Bu sadece bir arayış değil, yola çıkmanın hikayesidir.
Sürekli bindikleri trenden atılan kardeşler yinede yolculuklarına devam eder ve tekrardan Orestes ile karşılaşırlar. Hep birlikte bir otele giderler. Sabah uyandıklarında Voula, Orestes’i deniz kenarında görür. Büyük bir helikopter sesi duyulur. İşaret parmağı kırık olan taştan bir el heykeli, denizden çıkarak gökyüzüne doğru yükselmeye başlar. Çocuklar bu el heykelini uzunca izlerler. Sahnenin anlatmak istediği aslında kırık işaret parmağından da anlayacak olursak, nereyi işaret ettiği bilinmeyen, hangi yola gidilmesinin gerektiğinin belli olmadığıdır. Bu arayışın bir sonu var mıdır?
Angelopoulos, Landscape in the Mist hakkında şöyle söylemiştir: “Sadece babalarını arayan iki çocuğun öyküsü değil, hayata atılmanın maceralı yolculuğudur. Yolda ölüm, gerçekler, yalanlar, güzellikler ve yıkım hakkında her şeyi öğrenirler. Yolculuk ise sadece hayatın bize, hepimize verdikleri üstünde yoğunlaşmanın bir yoludur.” Filmin bu atmosferinde en etkili olan şeylerden biri ise müzikleridir. Yönetmenin sürekli birlikte çalıştığı Eleni Karaindrou, film müziklerinin yaratıcısıdır. Dinlerken kendinizi filmin içine işlenmiş gibi hissediyor, o yolculuğa siz de dahil oluyorsunuz.
Filmin sonuna doğru geldiğimizde iki kardeşin tekrardan trenden atıldıklarını görürüz. Ardından pusların içinde buluruz karakterlerimizi. Karşılarında yavaşça pusun içinden belirmeye başlayan bir ağaç ortaya çıkar. Alexandros ve Voula ağaca doğru koşmaya başlarlar. Filmin bu son sahnesi rüya gibidir, koştukları ağaç ise kavuşmayı bekledikleri babalarının yerini alır.
Angelopoulos, felsefi derinliği, görüntüleri şiir gibi işlemesi, rastladığımız içsel çoğu sorunları yansıtışı bakımından daima etkilendiğim bir yönetmen olmuştur. Herkesin ayrı bir hikayesi varken bir şekilde ortak noktada buluşuyoruz aslında. Yola çıkmalar, yolda olmalar, arayışlar, ölüm,sınırlarımız, kavuşma umudu ve dahası… Sinemanın belki de en sevdiğim özelliği bize sık sık bunları göstererek anlatabilmesi. Umarım herkes yola çıkmaya karar verdiğinde, aradığınız her neyse (bu kendiniz bile olsanız) onu bulursunuz, okuduğunuz için teşekkürler 🙂