2018’de Border (Sınır) ile ilk büyük çıkışını yakaladıktan sonra 2022’de Holy Spider (Kutsal Örümcek) ile uluslararası ün kazanan İranlı sinemacı Ali Abbasi’nin son harikası olan The Apprentice’i bu yazımızda siz okuyucularımız için incelemeye çalışacağız. Şimdiden iyi okumalar dileriz.
THE Apprentice (Bir Trump Hikayesi), hiç kuşkusuz 80’li yıllardan itibaren dünyada yayılmakta olan doymak bilmez vahşi Amerikan kapitalizminin en katıksız çocuğu olan Donald Trump’ın 1970’lerden 1980’lerin sonlarına kadar ki hayatını anlatıyor.
Sebastian Stan Donald Trump’a adeta bürünmüş görünüyor. Özellikle bir noktaya kadar filmin oyunculuktaki lokomotifi olarak görülen Jeremy Strong’un sahneden çekilmesiyle birlikte ise Stan adeta solo bir şov yaparak oyunculuğunun zirvesine çıkıyor. Son derece kusursuz makyajı ve fiziksel benzerliği de ona hayranlık uyandırıcı şekilde eşlik ediyor. Jeremy Strong ise tam olarak Succession sonrası yoluna emin adımlarla devam ettiğini bize rahatlıkla ispat ediyor.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Ali Abbasi’nin filmde hayli cesur hareket ettiğini söyleyebiliriz. Özellikle taciz, tecavüz gibi son derece net ve kesin konularda Trump’ı açıkça mahkum ettiği filminde Scorsese’nin The Wolf of Wall Street’inin izinden gitmeyi seçerek katıksız bir beyaz Amerikalı hikayesi anlatıyor. Yokluk görmemiş olan, ancak hayatında en nefret ettiği şeyin de fakirlik olduğunu gördüğümüz Trump başlarda acemiliği ‘saflığıyla’ Big Apple’a adım atıyor. Aynı Wolf Street’te olduğu gibi bir akıl hocası ile, Roy Cohn ile karşılaştığında ise Trump gerçek anlamda Amerika’yla tanışmış oluyor. Cohn’un masasında Tony (Fat) Salerno gibi mafya babalarından, Andy Warhol gibi sanatçılara herkese yer olduğunu gören Trump elbette fırsatı kaçırmıyor.
Bu sahnelerde göz alıcı renkler, sarı tonlarıyla gözlerimiz kamaşırken şafşataya, zenginliğe adeta gözümüz doyuyor. Ve elbette defalarca kez gördüğümüz, okuduğumuz, duyduğumuz ve öğrendiğimiz üzere kocaman bir YALAN üzerine kurulu olan Amerikan demokrasisinin bencil, gözü dönmüş, kendini kaybetmiş zengin beyaz Amerikalılar tarafından korunup kollanması gerçeği de gözümüze özellikle sokuluyor.
Roy Cohn başlarda hayli öne çıkarken özellikle ünlü Rosenbergler davasındaki rolüne de filmde güçlü şekilde değiniliyor. Oradan ve daha binlerce davasından hareketle Amerika’daki tek gerçekliğin kazanmak olduğu, durmaksızın saldırarak kazanmanın mümkün olduğu kendisi tarafından Trump’a defalarca söylendiğinde adeta Cohn’un uyarıyı duyarak arabayı hızlandıran şoförü gibi Trump da müthiş bir hıza erişiyor. Yükselme hızı adeta durdurak bilmezken kendisi tamamen hızlı bir hayat yaşamaya başlıyor. Her şeyi hızlı, doyumsuz yaşadıkça duygularından, ahlakından, insanlığından arınarak tam anlamıyla bir Amerikalı’ya evriliyor. Bunlar yaşanırken Nixon’ın istifası ve Raegen’ın başkanlığıyla tamamen Trump’ın Trump olmaya başladığı zamanlara, 80’lere giriş yapıyoruz. 80’ler sahneleriyle birlikte kamera giderek Trump’ı alt açıdan yüceltmeye başlarken malikane sekanslarında geniş açıya geçerek şatafatı gözler önüne seriyor. Trump Tower’ın inşaat sahnelerinde ise kule inşaatının altına New York şehrini yerleştirerek şehrin içinden yükselen bir yıldız havası yaratarak güçlü bir sinema dili yaratıyor. Burada elbette görüntü yönetmeni Kasper Tuxen’a ve müzikleriyle bize adeta Scorsese filmlerinde hissettiren Martin Dirkov, David Holmez, Brian Irvine üçlüsüne de teşekkürlerimizi sunmamız gerekiyor.
Öte yandan 80’lere girildiğinde dikkatimizi çeken bir başka şey ise elbette kokain ön plana çıkıyor ve evsizlerin açlıktan sokaklarda öldüğü, gencecik bağımlı gençlerin cesetlerinin kadraja dahil olduğu 80’ler New York sokak sahneleri Abbasi’nin ne yapmak istediğini, sinemasının ahlakını ve kendi vicdanının da ön planda olduğunu bize ispat ediyor. İşte buralarda artık Trump kontrolü tamamen eline alarak tam anlamıyla duygusuz bir Makyavelist milyardere dönüşüyor. Gözü hiçbir şey görmemekle birlikte Cohn’ı hayatından çıkarmasına rağmen tamamen onun mottolarıyla hayata, Amerikalılığa tutunmaya devam ederken evinde eşi Ivana’ya yaşattığı dehşet bir yana dursun iş ilişkilerinde de dibine kadar yolsuzluğa, kayırmacılığa, dolandırıcılığa batıyor. Ancak günümüzde de net bir şekilde gördüğümüz ve yaşadığımız üzere bunların hiçbirisi Trump’ı durduramıyor. Trump’ın 2017 seçimlerinde kullandığı ve o günden bugüne herkesin diline pelesenk olan Make America Great Again sloganı filmde Roy Cohn’un Trump’ı dönüştürmesiyle yer değiştiriyor. Make Trump Great Again diyebileceğimiz bu sözüm ona kusursuz dostluk ilişkisi Trump’ın güçlendikçe tepeye çıkan kibiriyle darmadağın oluyor ve Cohn gibi bir anti-komünist oportünist yalancı bile onun yanında zararsız biri gibi oluyor.
Sonuç olarak Ali Abbasi’nin cesur kamerasıyla hayatını deştiği Trump biyografisi The Apprentice, başlı başına bir devir teslim hikayesi olarak hatırlanacak çok başarılı bir film. Cohn McCarthy Dönemi’nin gözdesi ve deviyken 70’lerin sonları ve 80’lerle birlikte yerini Trump’a bırakıyor. Amerika’da başkanlar, hükümetler değişirken bazı şeyler aslında hiç değişmiyor. O da KAZANAN. Amerika’da kazananın hiçbir zaman bir isim değil bir yaşam tarzı, katıksız bir kibir ve yoz siyaset olduğunun en güçlü kanıtı oluyor Abbasi’nin filmi. Bunu yaparken de Trump’la en ufak bir özdeşleşmeye veya empatiye izin vermeyerek devrimci bir senaryo ve kamerayla yapıyor.