“Varlığınız, gerçeklikten yoksun olabilecek uyduruk, gelip geçici anlardan ibarettir.”
Marianne
Céline Sciamma’nın yönetmenliğini üstlendiği ‘Portrait of a Lady on Fire’, 2019’da Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmış, En İyi Senaryo Ödülü’nü kazanarak büyük bir başarıya imza atmıştır. BAFTA ve César Ödülleri gibi prestijli platformlarda birçok adaylık elde eden ve eleştirmenlerden tam not alan bu yapıt, aşkı, sanatı, kaybı ve özgürlüğü kadın bakış açısından işleyerek özgün ve çarpıcı bir anlatım sunar.
Film, dönemin toplumsal ve kültürel şartlarıyla şekillenen derin bir arka plana dayanır. Öykünün merkezinde iki kadın yer alır; her ikisi de portrelerde görünür ve içlerinde hem dışsal bununla birlikte içsel anlamda bu geçici yanma hissini taşırlar. Üçüncü bir kadın, destekleyici fakat geri planda bir rol üstlenirken, dördüncü bir figür ise mevcut sosyal düzeni temsil eder.
Bu kısımdan sonra film hakkında spoiler bulunacaktır.

Milano’daki bir damat adayına sunulmak üzere evlilik portresi istenen Héloïse, intihar eden ablasının yerine manastırdan Bretonya’daki evine geri çağrılır. 18. yüzyıl Avrupa’sında, savaşlar ve doğayla mücadele koşulları sebebiyle erkek nüfusunda ciddi bir azalma yaşanırken, kadınların kaderi genellikle ailelerin belirlediği sınırlı seçeneklere mahkûm olur. O dönemde Hristiyanlıkta “fazla” kız çocuklarının manastırlara gönderilerek günahsız bir ömür sürmelerinin ve ailelerinin ahiretlerini kurtarmalarının daha hayırlı olduğu düşünülür. Aileler, uzaktaki damat adaylarına gelin adaylarının portrelerini gönderir ve görücü usulü evlilikler böyle gerçekleşir.
Olayların dönüm noktası annenin beş günlük seyahate çıkmasıyla başlar ve evdeki bütün hiyerarşi tepetaklak olur. Herkes kendi görevini bilse de, aradaki mesafeler yavaş yavaş azalır ve resmi ilişkiler yumuşamaya başlar. Görüyoruz ki, Marianne’nin getirdiği samimi atmosferle, evin hizmetçisi bile bu yeni dostluğun bir parçası haline geliyor. Odasına kapanıp çıkmayan Héloïse kapanık ruhunu açıyor, ev işlerinin bile bir parçası oluyor; sokağa çıkıp onlarla birlikte geziyor. Kanun baskısı kalkınca, ev daha rahat bir ortam haline geliyor.

Hikayeye devam edersek; Héloïse, kendisine bu konuda hiç bir laf hakkı tanınmadığı için portresinin yapılmasına şiddetle karşı çıkar ve poz vermeyi reddeder. Kendisinin de bir portre vasıtasıyla Fransa’ya gelin olarak geldiği için bu süreci iyi bilen annesi, bir kadın ressam tutarak durumu çözmeye çalışır. Marianne isminde bu ressam, Héloïse’in yürüme arkadaşı gibi davranarak onun güvenini kazanacak ve Héloïse’in fark etmediği anlarda yüz hatlarını zihnine kazıyarak gizlice portresini bitirecektir. Bu plan, aralarındaki birlikteliğin ihanetle başlamasına neden olur; sadece zaman içinde bu ilişki derinleşir, dönemin sosyal sınırlarına ve kadınların kaderine dair sessiz bir isyana dönüşür. Erkek karakterlerin hemen hemen hiç yer almadığı bu hikayede erkekler yalnızca işlevsel rollerle görünür; bu sayede olaylar, kadınların kendi iç dünyalarını, arzularını ve direnme güçlerini keşfettikleri bir dünyaya alan açar. Bu yönüyle George Cukor’un 1939 tarihindeki izleyicilerine ‘The Women’ filmine benzer bir deneyim sunar; bu örnekte de film boyunca hiçbir erkek yüzüne rastlamayız.
Mitolojik Bir Nüans
Orpheus ve Eurydice efsanesi, Yunan mitolojisinde aşk ve yitik temalarının en dokunaklı hikayelerinden biridir. Orpheus, efsunleyici müziğiyle tanrıların bile kalbini yumuşatabilen bir şairdir. Sevgilisi Eurydice’i bir yılan ısırması sonucu kaybeder ve çok büyük risklere rağmen onu geri getirebilmek için Hades’e, daha doğrusu yeraltı yaşamına inmeye karar verir.
Orpheus’a
Lir takımlızının altında düşünceli duruyoruz yazın bu yıl.
Neye yarar Hades’i ve Persephone’yi şarkınla geri vermeleri sana Eurydike’yi? Sen kendin, gücünden, büyülemen, dönüp baktım emin olmak için, ve yitti gitti o yine kuşkulu, karanlıklar ülkesinde kavakların altında
O zaman başarılmaz olandan beli bükülmüş, haykırdın lirinde yalnızlığın en son övgü dışı. Ne insanlar ne de tanrılar bağışladı bunu sana. Mainaslar parça parça ettiler vücudunu Hebros kıyısında. Yalnız lirin ve başını attı Lesbos’a sürüklenip sürüklenip akıntıyla.
Nasıl hakkı çıkarılır öylesine senin şarkın?
Acaba bir anlık (o da danışıklı) birliğiyle mi ışıkla karanlığın?
Yoksa Musaların senin lirini yıldızların tam ortasına asmış olması mı?
Bu takımlızımız altında yazın bu yıl düşünceli duruyoruz.
27. VI. 69
Karlovası, Sisam adası.
Ovidius’un Dönüşümler kitabından.

Tanrılar, Orpheus’un müziğinden etkilenerek ona bir şans tanır: Eurydice’yi geri alabilecektir, sadece tek bir şartla—yeraltı dünyasından çıkana dek bir defa bile arkasına dönerek bakmamalıdır. Ancak o kendisine yenik düşüp bakmıştır bile. Orpheus’un bu şartı ihlal etmesi, Eurydice’yi sonsuza dek kaybetmesine niçin olur. Bu bakış, mitolojide arzunun ve kaybın kaçınılmaz bir temsili olarak okunur. Sciamma ise bu efsaneyi, iki kadının ilişkisine derinlik katan bir metafor olarak kullanmayı tercih eder.
Filmde Marianne ve Héloïse arasındaki bağ, Orpheus ve Eurydice’in trajik aşkını çağrıştırırken, Sciamma mitin erkek merkezli anlatısını kırarak daha feminist bir yorum getirir. Marianne, Héloïse’i sosyal beklentilerden arındırarak bir fert olarak görür. Resmederken onu sadece güzelliğiyle değil, arzuları ve özgürlüğüyle de ele alır. Bu bağlamda Marianne, Héloïse’i bir nesne olarak değil; kendi bağlarımsızlığını arayan bir kadın olarak yüceltir. Resim yapma süreci boyunca onların bakışları, kelimelerden daha güçlü bir bağ kurar. Sciamma, bu bakışlar aracılığıyla iki karakterin romantik gelişimlerine bizi şahit eder ve filmdeki aşkın, mitolojik endişeler yerine özgürlük ve kendini bulma arzusuna dayalı olduğunu hissettirir.
Belki de bahsedilmesi gereken en ikonik sahne, Marianne’in Héloïse’e düğün elbisesi içinde dönüp baktığı andır. Çünkü bu bakış, yalnızca bir vedanın değil, aşkı ve anıyı sonsuzlaştırma çabasının bir ifadesidir. Orpheus’un Eurydice’e bakışı trajediye yol açarken, Marianne’in Héloïse’e dönüp bakması bir kayıptan çok, onu hatıralarda ölümsüz kılma arzusudur. Héloïse’in “Dön ve bana bak” deyişi, bu ayrılığı bir son değil, bellekle zamansız bir bağa dönüştürür. Marianne’in bakışı, bir yas ifadesinden çok, sevgiyi anılarda yaşatma gücünü vurgulayan bir harekettir. Başka bir ifadeyle bu vedayı bir kayıp anı olarak değil, kalıcı bir sevginin anıya dönüşmesi olarak sunar. Böylece kayıp yerine kabullenmeyi ve bellekte ölümsüzleştirmeyi ifade eder.

Kalıcı Anların Tablosu
Filmin başında seyirciye dik başlı, bağımsız bir kadın olarak tanıtılan Héloïse, klişeleşmiş “modeline âşık olan ressam” anlatısını aşarak, kendi kararları ve arzularıyla yönlendirici bir figüre dönüşür. Sciamma, bu yapımda ressam Marianne’in gözünden baktığımız bir dünyayı kurarken, Héloïse’in bakışları ve duruşuyla bu dünyayı şekillendiren aslolan güç olduğunu ortaya koyar. Tıpkı mitolojik Eurydice gibi, Héloïse de pasif bir figür olarak değil; kaderini kendi elleriyle çizen ve sevgilisinin belleğinde kalıcı bir iz bırakan bir karakterdir. Sciamma, bu rol değişimi ile klasik mitolojiyi tersine çevirir ve Eurydice’e bir ses kazanmıştırır. Bu noktada Orpheus’un Eurydice’e dönüp bakma isteği ile Marianne’in Héloïse’e son defa bakışı içinde güçlü bir paralellik kurulur; ancak Sciamma’nın feminist yorumu, bu bakışı bir yitirme anı olmaktan çıkarıp, anılarda kalıcılığa dönüştürme üzerinedir.
Filmde sanat, yalnızca estetik bir imgesel süreç değil; karakterlerin kimliklerini buldukları ve kendilerini ifade ettikleri bir alan olarak karşımıza çıkar. Marianne, Héloïse’i resmederken onun özgürlüğüne, isteklerine ve ruhuna saygı duyar. Böylece Héloïse’in toplumsal sınırlamalara karşı direnci, onun hem bağımsız bir birey hem de kendi hikayesinin kahramanı olarak var olmasını sağlar. Marianne’in resmetme süreci, Héloïse’in yüzeysel güzelliğini kaydetmekten öteye geçer; onun ruhunu ve arzularını ortaya koyan bir eyleme dönüşür. Sciamma, bu resim aracılığıyla iki kadının arasındaki aşkın derinliğini ve içselliğini, kadınların sanatta nasıl özneleşebileceğini güçlü bir şekilde işler.

Ateş, doğası gereği geçici ve her an sönme riski taşıyan bir olgu olarak, bir kadının içsel duygu durumunun güçlü bir simgesi haline gelmiştir. Ateş, birçok sahnede bariz bir halde yer alır ve her seferinde farklı anlam katmanları ilave ederek izleyiciye sunulur. Özellikle Héloïse’in ateşin etrafında görüldüğü anlarda, onun bir özgürlük ve direnç simgesi halini aldığını görürüz. Bize yalnızca bir yakıcılık unsuru değil, aynı zamanda bir yine doğuş aracı olarak gösterilir. Bir nevi iki kadının aşkının geçici bulunmasına rağmen kalıcı izler bıraktığını bizlere aktarmak istermişçesine belli aralıklarla gösterilir.
Özellikle tercih edilmiş olan sessizlik, yönetmen Sciamma’nın anlatısında özel bir yere sahiptir. Film boyunca müziğin neredeyse hiç kullanılmaması, izleyicinin karakterlerin iç dünyalarına daha fazla odaklanmasını sağlar. Bu iki kadının gözlemleri ve jestleri üzerinden iletişim kurmalarına imkan tanır. Aynı zamanda ataerkil toplumun kadınların sesini nasıl bastırdığını simgeler. Sessizliği bastırılmış bir alan olarak kullanmak yerine kadınların kendi iç seslerini buldukları bir direniş biçimi olarak ele almıştır. Sessizliğin vermiş olduğu ağırlık, filmimizde baskıya karşı bir duruş olarak ortaya çıkar.
Görsellik açısından tekrarlanan semboller ve geri dönüşler de yapımın anlatının katmanlı yapısını derinleştirmiştir. Sciamma, Orpheus ve Eurydice efsanesini bir hatırlatma işlevi görecek şekilde işleyerek, Marianne ve Héloïse’in aşkını hafızada bir yer edinmiş anılar bütünü olarak sunar. Marianne’in portre defterinde yer alan 28 numaralı sayfa, Héloïse’in bir resimde bu sayıyı işaret etmesiyle film boyunca devam eden bir “geri çağırma” anıdır aslında. Bu detaylar, Sciamma’nın anlatısında kaybolan veya unutulan bir aşkı değil, anılarda yaşatılan bir aşkı simgelediği yorumu yapılabilir. Çünkü her bir portre, her geri dönüş, Marianne ve Héloïse’in aşkının hafızadaki yankılarıdır ve bu aşkı bir anı olarak kalıcı kılma amacı taşır.

Son Sözler
Filmin bir ihtimal de en önemli sahnesi final sahnesidir diyebiliriz. Aslında hikayenin sonunda dramatik bir son a sahip olduğunu anlarız, bu da biz izleyiciye kaçınılmaz bir yolculuğun arasında olduğunu hatırlatır. Bu acı gerçek, karakterlerin beraber geçirdikleri anları daha kıymetli hale getirir; sonu belli bir hikayede, geçici güzelliklerin hazzını çıkarırız. Annenin evi terk etmesiyle, muhafazakâr düzen de geçici olarak ortadan kalkmıştır ve evdeki herkes, “kadın” kimliğinin dayatmalarından sıyrılıp insani yanlarını anımsama fırsatı bulur. Evin genç kızı, ressam ve hizmetçi aynı masada oturup kart oynar; onları o masadan uzaklaştıran ise yalnızca toplumsal yargılardır. Bizleri en etkisi altına alan bölümlerinden biri, Héloïse’nin kürtaj sahnesidir. Sophie, hizmetçi olarak belki hiçbir vakit kayda geçmeyecek bir yaşam sürecekti ve varlığı bilinmeyecekti. Ancak Héloïse’nin isteği ve Marianne’in sanatı sayesinde, Sophie unutulmaz bir iz bırakarak varlık kazanmış ve bir hatıraya dönüşmüştür.
Héloïse’in kendi kaderini çizdiği an, kendi varlığını kalıcı kıldığı bir andır. Olayları Marianne’in gözünden seyrettiğimiz Héloïse, son sahnede yalnızca bir “hatıra” ya da idealize edilmiş bir “ilham perisi” olmadığını, kendi bağımsızlığını ve kalıcılığını adeta bizlere ispatlar. Héloïse’in, Marianne’in zihninde ve sanatında silinmez bir anı olarak kalmasını sağlayan şey, onun karakterine dair bu eşi olmayan güçtür. Sciamma, Héloïse’i bir hayranlık figüründen çıkarıp kendi hikayesini yazan, kendi hatırasını kendi oluşturan bir kahraman olarak resmetmiştir. Bu sahneyle, Eurydice’in Orpheus’a boyun eğmek zorunda kalan değil, kendi iradesini ortaya koyan bir modern yorumu olarak Héloïse, biz izleyiciler için sinemada iz bırakan bir figür haline gelir şüphesiz.
Sinemayla kalın!