Rutinine teslim sokakta yürürken ayağı takılan ve hayatı aniden değişiveren adam, yanlış zamandayanlış yerde duran genç kız, yolunu şaşıran çocuk…
Bir araba kazası…
Tanımadığın ama kalbine kazınan bir gülüş ya da yanından öylesine geçerken üzerine sıçrayan bir parça hüzün…
Birbirlerini aramadan bulan insanlar… Hayatın bilinmez duraklarında rast gelip yolculuk ettiklerimiz…
Işığımızı paylaştıklarımız, karanlığımızı dağıtanlar ya da tam tersi işte…
Sevinç, heyecan, komedi, aşk ve trajedi…
Islanan yastığımızı ters çevirip uyumaya çalıştığımız geceler de; sevinç ve heyecandan gözümüzü kırpamadığımız zamanlar da aynı hayatın getirdikleri… Geçmişin mutluluklarını, hüzünlerini ve hatıralarını; geleceğin beklenti ve umutlarıyla birleştirip bugünün gerçekleriyle harmanladığımızda ortaya çıkan şey işte belki de hayat. Karşılaşmamız gerekenle karşılaşıp, yapmamız gerekenleri yapıp, olmamız gereken insanlar oluyoruz günün sonunda… Aslında herkesin kendi hikayesinin baş rolünü oynadığı, sahnesine girenler ve sahnesinden çekilenlerle öyküsünü paylaştığı bu hayatta; her şey tesadüf ya da hiçbir şey tesadüf değil. Bir planı yok ki hayatın… Olamıyor… Haritası da çizilemiyor işte yaşamın ve yaşantıların. Hayatın kendisi belki de zaten başlı başına kesişen kaderlerin hikayesi… Ve işte sinemada da “kesişen hayatlar” dediğimizde akla gelen ilk yönetmenlerden biri Meksika’nın altın çocuğu Alejandro González Iñárritu.
15 yıllık sinema kariyerine, 5’i Akademi Ödülü olmak üzere prestijli uluslararası festivallerden topladığı 20’den fazla ödül sığdırmış rekortmen Meksikalı, kurgularındaki özgün tarzı, karakter yaratma ve diyalog yazmadaki maharetleri ile sinema tarihine göz kamaştırıcı eserler armağan etti. Genelde farklı sosyal sınıflarda, hatta kıtalarda geçen öyküleri birbirleriyle harmanlayarak kullandı. Avangart sanat tarzıyla çoğunlukla küreselleşmeyi, insana dair evrensel mücadeleleri, hayat-ölüm ve umut gibi kavramları sorguladı. Enerjik üslubu ve anlatı yeteneğiyle eleştirmenlerden her platformda övgü toplayan Alejandro González Iñárritu, Meksikalı çağdaşları Alfonso Cuaron, Guillermo del Toro ve Guillermo Arriaga ile karşılaştırıldığında küreselleşmenin olumsuz etkilerini ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemelere rağmen çağdaş insanın iletişim kuramamasını perdeye yansıtmaya kendini en çok adayan yönetmen oldu.
Ait oldukları sınıf veya kültürel farklılıklara rağmen karakterlerini birbirlerine sadece eylemleri aracılığıyla bağladı. Iñárritu’nun sinemasında Quentin Tarantino, Lars von Trier ve Wong Kar-Wai gibi sinema efsanesi yönetmenlerden etkilendiğini fark etmek, onlardan izler taşıdığını söylemek de yanlış olmayacaktır. Iñárritu filmografisindeki doygun renkli görüntüler Wong Kar-Wai’i, özenli sinematografi ve kültürel kötümserlik Lars von Trier’i çağrıştırırken; öykü parçalarının beceriyle harmanlanması bir nebze Quentin Tarantino’dan esinlenmedir. Ayrıca Meksika yeraltı dünyasını yansıtan başka büyük yönetmenlerin etkisi de Iñárritu’nun sinema dilinden fark edilir: Luis Buñuel, Arturo Ripstein ve Alejandro Jodorowsky…
16 yaşında okuldan atılan, okuldan atıldıktan sonra para kazanmak için denizci olan ve kıtalararası seyahat deneyimi yaşayan Alejandro González Iñárritu’nun sanat anlayışına yön veren kırılma anı ise Meksika’nın en popüler radyo kanallarından birinde yaptığı DJ’lik deneyimi. Müzik ve hikaye anlatıcılığını sentezlediği programlarla ilgi çeken Alejandro González Iñárritu, bu dönemde Meksikalı ünlü edebiyatçı ve senarist Guillermo Arriaga ile tanışır ve ikili kısa sürede ses getirici işlere imza atacak bir ortaklığın ilk adımını atar.
İlk uzun metraj, sonraları 21 Gram (2003) ve Babel (2006) ile tamamlanacak üçlemenin başlama vuruşu olan 2000 yapımı Amores Perros (Paramparça Aşklar Köpekler)’dir. Amores Perros, Mexico City’de yaşayan zengin sınıfından işçi sınıfına ve evsizlere kadar geniş bir sosyal kitleden gelme kahramanların birbiriyle bağlantılı üç öyküsünü eksenine oturtur ve kurgusuyla 90’lar sinemasına damga vuran Quentin Tarantino’nun Ucuz Roman’ınını (1994) selamlar. Türkçe’ye Paramparça Aşklar Köpekler olarak çevrilen film, anlatıda insan karakterleri kadar önemli rolü olan köpekleri de vitrinine çıkarır ve film, prodüksiyon sırasında hiçbir hayvanın zarar görmediğine dair bir feragatname ile açılır.
İlk bölüm olan “Octavio ve Susana“, silahlı çatışma ve şehrin sokaklarındaki araba kovalamaca sahnesiyle başlar. Görüntüler o kadar hızlı ve karışıktır ki, arka koltuktaki kanayan vücudun bir köpeğe (Cofi) ait olduğunu izleyici ilk başta fark etmez. Flashbackler, Cofi’nin şampiyon bir köpeği öldürdükten sonra nasıl vurulduğunu gösterir ve amansız kovalamaca bir kavşakta yaşanan trafik kazasıyla sona erer. Bu çarpışma, filmin üç öyküsünü de içerecek kazadır ve aynı zamanda kaderlerin kesiştiği noktadır.
“Octavio: Planlarımız ne olacak?
Amores Perros
Susana: Sen ve senin planların. Babaannem ne derdi biliyor musun? Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.”
Hikayelerin ikincisi olan “Daniel ve Valeria“da ise; alımlı bir model ve oyuncu olan Valeria (Goya Toledo) ve onunla yaşamak için ailesini terk eden televizyon yapımcısı Daniel (Alvaro Guerrero) ile tanışırız. Aksiyon, Valeria’nın küçük köpeğinin düştüğü çukurdan geri çıkamamasıyla başlar. Senaryo ilerledikçe Valeria’nın ilk hikayede anlatılan kazaya karıştığını keşfederiz. Köpek yerin altında zaman zaman acınacak bir şekilde sızlanır, bazen de sessizce bekler. Birbirini takip eden bu şaşırtıcı sekanslar, en iyi filmlerinden bazılarını Meksika’da çeken İspanyol yönetmen Luis Buñuel’in 1970 yapımı Tristana filmine ve filmde bacağını kaybeden güzel Catherine Deneuve’in yaşadıklarına dair bir göndermedir.
Meksikalı ünlü aktör Emilio Echevarria’nın başrolünde olduğu “El Chivo ve Maru” isimli üçüncü hikaye ise kiralık katil olan eski gerilla El Chivo’yu anlatır. El Chivo’ya partnerinden kurtulmak isteyen bir adam yaklaşır ve acımasız bir cinayet planı hazırlanır. El Chivo’nun hikayesi film ilerledikçe ilk iki hikayeye karışır ve kurgu tamamlanır. Filmde, üç hikayenin birbiri içinde birçok bağlantısı vardır ancak belki de en ilginç olanı El Chivo’nun ilk hikayedeki yaralı köpek Cofi’yi kurtardığı kısım ve onunla kurduğu bağdır. El Chivo’nun merhametiyle iyileşen köpek evdeki diğer köpekleri öldürür. Bu duruma üzülen Chivo köpeği ödürmeyi düşünür ancak dışlanmışlık, itilmişlik ve hayatta kalma iç güdüleri düşünüldüğünde köpekte adeta kendisini keşfeder ve buradan yola çıkarak köpeği öldürmekten vazgeçer.
Kalburüstü oyunculuklar ve izleyiciyi mekanda hissettiren özel çekimlerle anlatısı kuvvetlenen film, karakter ve atmosfer açısından ise oldukça zengin. Alejandro Gonzalez Iñárritu’nun karakterlerin masumiyetlerini, çaresizliklerini, paramparça aşklarını ve köpeklerini bir kazada birleştirdiği film, hayatların birbirine pamuk ipliğiyle bağlı olduğunu yüksek sesle haykırırken; tesadüf, merhamet, şiddet ve sosyal konumu ya da statüsü fark etmeksizin “insan her yerde insan” başlıklarının altını da görkemli bir şekilde doldurur.
İlk uzun metrajıyla orijinal ve dinamik bir yönetmen olacağına dair ipuçlarını veren Alejandro González Iñárritu, Amores Perros ile başladığı üçlemenin ikinci sayfasının başlığına 21 Grams (2003) yazar. Kalem yine senarist Guillermo Arriaga’da ancak prodüksiyon ve cast bu sefer daha güçlüdür; Naomi Watss, Sean Penn ve Benicio del Toro. Penn, şiire de ilgili bir matematik profesörü olan Paul’ü canlandırır. Paul kalp hastalığının pençesindedir ve psikolojisi ölüm-yaşam kavramlarının gölgesinde sürüklenir. Benicio Del Toro, eski bir dolandırıcı olan Jack’tir; dönüşümünü tam sindirememiş olsa da kendini dine adamıştır. Filmde Del Toro, Jack’in içsel nefretini, ahlaki bir hayatın ne anlama geldiğini ve suç/ceza kavramlarına olan bakış açısını mükemmel bir oyunculukla aktarır.
Alejandro González Iñárritu, Sean Penn ile 21 Grams Setinde Alejandro González Iñárritu, Benicio del Toro ile 21 Grams Setinde
Filmde sevimli bir eş gibi görünmesine rağmen nevrotik sorunları olan anne Cristina Peck rolünde de Naomi Watts’i izleriz. Watts, David Lynch’in Mulholland Drive’ındaki büyüleyici performansıyla birlikte oyunculukta mükemmeliyet dersi verdiği ikinci performansını 21 Gram’da ortaya koyar ve sükunetten öfkeye, tutkudan umutsuzluğa tüm duyguları gerçekçi ve bütüncül bir şekilde yansıtır. Watts’ın “En İyi Kadın Oyuncu”, Del Toro’nun da “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dallarında Akademi Ödülü’ne aday gösterildiği filmde, üç kahramanın yolları yine bir araba kazasıyla kesişir. Nefes kesici kurgu hikayeyi daha cazip kılar ve film insan gerçekliğini tüm çıplaklığıyla gösteren bir anlatı şölenine dönüşür.
21 Gram, kahramanların kırık hayatlarını adeta parçalanmış bir ayna üzerinden izleyiciye seyrettiren bir film. Senaryo, kahramanların yaşantılarındaki bu kırık parçaları topluyor ve gerçeği yeniden birleştiriyor… İzleyiciyi normal hayatın neden-sonuç dünyasından çekerek gizem ve içsel duyguların ilgi çekici boyutlarını gösteren bu görkemli melodram sahne geçişlerindeki başarıyla da övgüyü hak ediyor; bir kadın bayanlar tuvaletinde uyuşturucu kullanır, kuşlar bir akşam gökyüzüne doğru dağılır, bir çift kızgın ve ruhsuzca seks yapar, bir adam arabanın arkasında ölmeyi bekler ve sonbahar yaprakları akşam karanlığında dalgalanır… Ruhun ağırlığı 21 Gram’dır ama peki yaşantıların ve birbirine değen hayatların psikolojide bıraktığı izler, yarattığı fırtınaları tartıya koyabilir miyiz? İşte film, bittikten sonra yerine mıhlanmış izleyiciyi kafasında bu soruyla baş başa bırakır…
“Dünya bizi yakınlaştırmak için döner…“
21 GramsSS
Alejandro González Iñárritu, Brad Pitt ile Babel Setinde Alejandro González Iñárritu, Gael Garcia Bernal ile Babe Setinde
Iñárritu, Brad Pitt ve Cate Blanchett’in başrollerini üstlendiği ve uluslararası bir oyuncu kadrosunun yer aldığı Babel (2006) filmiyle Amores Perros ile başlayıp 21 Gram ile devam eden üçlemesini tamamlar. Birbiriyle alakasız insan hikayeleri bu sefer ülkeler arası bir noktada kesişir. 21 Gram ve Amores Perros kadar gürültü çıkaramasa da; yönetmen bu çok dilli dramda öncekilere benzer mozaik bir yapıyı kullanır, insan ve iletişimle ilgili çarpıcı noktalara temas eder.
Alejandro González Iñárritu, Arriaga ile aralarındaki anlaşmazlık ve kopuşun ardından, bir yandan kanser ile mücadele edip bir yandan iki çocuğunu büyütmeye çalışan Barcelona’lı suçlu Uxbal (Javier Bardem)’ın hikayesini anlatan Biutiful (2010) filmini yazar ve yönetir. Biutiful ile birlikte yönetmen, artık ustalaştığı “kesişen hayatlar” geleneğinden dördüncü uzun metrajında uzaklaşır; büyük kentlerde var olan yoksulluğu, çileyi, göçmen sorununu ve aile dramını keskin ve dokunaklı bir dille izleyiciye servis eder. Javier Bardem’in 2010 yılı Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle taçlandırılmış müstesna oyunculuğu ise filme yönelik farklı bir albeni noktası olarak zihinlerde yer eder.
Alejandro González Iñárritu’nun sinema kronolojisinde Biutiful’u Broadway’de yaşayan eski bir film yıldızının hikayesi üzerinden varoluş, erdem gibi felsefi derinliği olan konuları sorgulayan kara komedi Birdman (2014) takip etti. Çekici görselliğinin yanında aynı zamanda alaycı diliyle bir populizm ve modern toplum eleştirisini de andıran Birdman, Iñárritu’ya en iyi yönetmen ve en iyi senaryo dalında Akademi Ödüllerini kazandırdı. Senaryo, yıllar önce hasılat rekorları kıran bir filmde süper kahramanı oynayan ve şöhret kazanan Riggan Thomson’ın (Michael Keaton) hikayesinden yola çıkar ve “şöhret mi mütevazi hayat mı” ikileminden hareket ederek kahramanın yaşadığı varoluş krizinin derinliklerine iner.
Iñárritu filmografisinin son halkası da gerçek bir hikayeye dayanan 2015 yapımı The Revenant (Diriliş) filmi. 1823 yılında geçen senaryo, av sırasında vahşi doğayı keşfederken oğlu arkadaşı tarafından öldürülen, kendisi de ölüme terk edilen avcı Hugh Glass’ın (Leonardo Di Caprio) yaşadığı sıkıntıları anlatır. Glass, medeniyete geri dönmenin bir yolunu bulmak için hayatta kalma becerilerini kullanmak zorundadır. Sıra dışı fiziki acılarla yüzleşen intikam peşindeki bu efsanevi avcı, ona ihanet eden adamı bulma yolunda karlı arazide kendisini büyük maceraların içinde bulur. Leonardo Di Caprio ve Tom Hardy’nin muhteşem oyunculuklarına duayen sinema fotoğrafçısı Emmanuel Lubezki’nin yarattığı görkemli sinematografi eşlik eder ve González Iñárritu bu filmiyle bir kez daha Akademi Ödüllerine damgasını vurur.
Alejandro González Iñárritu, Leonardo DiCaprio ile The Revenant Setinde Alejandro González Iñárritu, Tom Hardy ile The Revenant Setinde
15 yıllık kariyerine birbirinden değerli altı uzun metraj ve endüstrinin en prestijli ödüllerini sığdırarak sinema tarihine adını altın harflerle yazdıran Iñárritu, deneyselliği ve keşfetmeyi seven bir yönetmen. Onun filmografisinin sıra dışılığını oluşturan “kesişen hayatlar” temasından kuşkusuz bize kalan ise; hayatta bazı karşılaşmalara sadece tesadüf deyip geçilemeyeceği… İşyerimiz, alışveriş yaptığımız market, yürüdüğümüz yol, yemek yediğimiz restoran ve tüm o yerlerde yanlarından birer yabancı olarak geçip gittiğimiz insanlar… Bazen hiç beklemediğimiz durumların içine düşer; hayal bile edemeyeceğimiz olaylarla karşı karşıya kalırız… İnsanları sahnemize dahil eder, onların sahnelerine konuk oluruz. Tüm bunlar olurken; yaşantımıza dair farkındalığımız artar, kendimizi ve hayatı daha iyi idrak etme şansı yakalarız. İşte, Alejandro González Iñárritu sinemasıyla o farkındalık seviyesini izleyicisine hatırlattığı gibi, akıcı ve dokunaklı hikaye anlatıcılığıyla da beliren her “son” yazısından sonra “bravo Meksikalı” dedirtmeyi başarabilen bir yönetmen…