Açık olmak gerekirse Varda’yı yazmak çok uzun zamandır aklımda. Nereden başlasam, nereye doğru gitsem bir türlü karar veremediğim için başlayamadım yazıya. En nihayetinde bu kadını yazmak istemem ve onu düşündüğümde aklıma plajlara ve denizlere olan ortak tutkumuz geldi ve seyrimi Varda’nın sonsuzluğa açılan plajlarına çevirdim.
Fransız yeni dalgası yönetmenlerinin başında gelen Varda, Brüksel’de doğup savaş zamanı Fransa’ya göç eden bir ailenin kızıdır. Sanat hayatına fotoğrafçılıkla başlayıp sonra sinemaya doğru evrilten yönetmen, sinemanın kalbindeki yerini şu şekilde ifade etmiştir: “Sinema benim evim. Galiba hep sinemada yaşadım.” Yönetmenin çekmiş olduğu “La Pointe – Courte” Fransız yeni dalga akımının ilk filmi sayılır. Film yarı belgesel, yarı kurmaca şeklinde çekilmiştir. Phillippe Noiret ve Silvia Monfort’un baş rollerini paylaştığı film, Varda’nın en sevdiği şey olan deniz ve bir denizci kasabası üzerinden ilerliyor. Başta da demiştim ya bizi birleştiren biraz da bu ortak tutkuydu. Bu yüzdendir ki Varda’nın her yapıtını soluksuz ve sanki o denizlerin kenarında yürüyormuş hissiyatıyla izlerim.
Tabii Varda sadece bir deniz ve plaj tutkunu değildi. Aynı zamanda feminizme de gönül vermiş yönetmenin feminizmin izlerini en iyi gözlemleyebileceğimiz filmi Cleo from 5 to 7‘dır. Corinne Marchand ve Antoine Bourseiller‘in baş rollerini paylaştığı film, Varda’nın ikinci uzun metrajlı filmidir. Filmde Fransız şarkıcı Cleo’nun biyopsi sonucunu beklerken geçirdiği iki saati gerçek zamanlı bir öykü olarak izleriz. Fransız yeni dalga sinemasının mütevazi bir örneği olan filmin tamamı siyah beyazdır ve Fransa’da çekişmiştir. Michel Legrand‘ın müzikleri ise filmi unutulmazlar arasına çoktan yazdırdı bile. Varda bu filmiyle Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödülüne aday gösterilmiştir.
Varda’nın çok renkli bir dünyası vardır. Bundandır ki mutlu olmayı ve mutlu etmeyi çok önemser. “Toplayıcılar” belgeselinde – ki afişini hatırlarsanız kalp şeklinde bir patates vardır – aslında kendi imge toplayıcılığının somutlaşmış ve ekrana yansımasını izleriz. Tabii Varda’nın aşk dolu bir kalbi varsa yaşlılığa dair korkuları da vardı. Her insan gibi içinde bütün duyguları barındırıyor, yaşıyor ve sonra bize gösteriyordu. “The Gleanners and I” belgeslinde yönetmenin yaşlılıktan ve ölümden korkmaya başlamasını gözlemleriz. Belki de Varda da benimle aynı korkuyu taşıyordu içinde yaşlanmaya dair; bir daha bu plajlarda uzun yürüyüşler yapamayacak olmanın korkusu.
Varda, 2015 yılında Cannes Film Festivali’nde onur ödülünü Jane Birkin’in elinden almıştır. Ülkesinden kaçmak ve başka bir ülkeye sığınmak durumunda kalıp, gittiği ülkenin yıldızlarından biri haline dönüşen bir sanatçı için en güzel şeylerden biri de sığındığı ülkenin en önemli sanatçılarından birinin elinden almak olmuştur o ödülü muhakkak. Aynı zamanda Varda 2018 yılında “Faces Places” belgeseliyle “en iyi belgesel ödülü”ne aday oldu. Ve bu adaylığıyla Oscar’a en yaşlı aday olarak Oscar tarihindeki yerini de almış oldu.
“Denizlere çıkar sokaklar” der ünlü yönetmen. Her sokağın sonunda deniz görme arzusu, yaşama arzusunu da diri tutan bir yerdedir. Filmlerinde çoğunlukla kamerayı arabanın önüne koyar ve kendisi gezerken bizi de sokak sokak gezdirir. Bu sanıyorum ki her daim düşündükleri ve gördüklerini başkalarına da göstermek istemesinden ileri gelir. Ve filmi boyunca biz de Varda ile birlikte onun gezdiği bütün sokakları arşınlamış oluruz. Varda’nın bir diğer insanı kendine çeken tarafıysa, sinemada onun için tür, süre vb. gibi dinamiklerin hiçbir öneminin olmamasıdır. Bütün projelerini içinden nasıl geldiyse, nasıl istiyorsa öyle çekiyordu. Uzunluğu ya da süresi fark etmeksizin, serbest bir form…
Yersizlik yurtsuzluk, başka yerler, tuhaf ve tanıdık duygular, kadınlar Varda sinemasının vazgeçilmezleri oldu. Varda insanı ve denizleri tanımak isteğiyle yürüdü daima. Gerçekleri aşırı dramatize etmeden, insana ulaşabileceği şekilde çekti ve izletti. Yani aslında her zaman bizi bize izletti. Varda’nın plajları demiştik yazımızın konusu için. Bir de Varda’nın büyük aşkı var tabii: Jacques Demy. Büyük bir aşktı aralarındaki. Zaten evlilikleri de Demy’nin ölümüne kadar devam etti. Varda biricik aşkı için, onun arkasından, onun anısına üç tane de film yapmıştır. Bunlar Jocquet de Nantes, Les demoiselles ont eu 25 ans ve L’univers de Jacques Demy’dir. Kim bilir Varda plajlarda Demy gittikten sonra belki onu da beklemiştir, denize çıkan sokaklar gibi denizlerin de Demy’ye çıkmasını hayal etmiştir.
“Gençken film izlemezdim. Aptal ve naiftim. Belki çok film izlemiş olsam film yapmaya kalkmazdım; bana engel olurdu. Tamamen özgür, çılgın ve masum olarak işe başladım. Bugüne dek çok film izledim ve çok güzel filmler izledim. Filmlerimin belli bir kaliteyi tutturmasına özen gösteriyorum. Reklam çekmem, başkalarının hazırladığı projeleri gerçekleştirmem. Star sistemine dahil olmam. Kendi küçük işimi yaparım.” Bunlar Varda’nın işine ve tutkusuna olan bakışını özetleyen en güzel cümleleridir.
Çocukluğundan beri bir parçası olduğu plaj olgusu ve plajlara duyduğu sevgi ve saygısı onu denizleri anlatarak denizleri onore etmeye itmiştir belki de.
Bu yazı uzun bir yazı olmayacak diye düşünmüştüm başlarken. Amacım Varda sinemasını anlatmaktan ziyade Varda’nın plaj tutkusunun peşine düşmekti. Sonunda vardığım yer kendiminkine çok yakın bir yer oldu. Denizin sonsuzluğu, plajların kışı yaşadığı yalnızlık ve yazın sanki hiç kış olmamış ve yalnız olmamışcasına kopan bir coşku. Plajlar her mevsim yaşıyor. Gözlem yapmayı bilenler için denizler kadar da öğretici üstelik. Varda plajlarda çocukluğunu, insanı ve dünyanın sırlarını arıyordu. Plajlarda yaptığı uzun yürüyüşlerde kim bilir aklından ne fikirler geçti ne fikirler silindi. “Eğer insanların içini açabilseydik içlerinden manzaralar çıkardı. Eğer benim içimi açsaydık bende plajlar bulurduk.” Aynı yolda şimdi ben yürüyorum. İçim açılsa koca koca plajlar çıkacak içimden.
Bu dünyadan bir Varda geçti. Şimdi her gittiğim plajdan sana doğru bakıyor ve gülümsüyorum Varda.