Bir festival filminden beklediğimiz en önemli özelliklerden birisi konvansiyonel sinemanın dar anlatım kalıplarından çıkmasının yanında, güncel toplum yapısının içerisinde pek yer edinemeyen bir duruş ortaya koyabilmesidir. Bu ikisini uyum içinde harmanlayabilen filmler ise festivalin sınırlı süresini aşar ve zamanının ruhunu taşıyan yegane eserler olarak zihnimizde kalıcılığını korurlar. Söylenmeyenleri söyleyen, görülmesi istenilmeyenleri gösteren, yokmuş gibi davranılan hayatları beyaz perdeye taşıyan bu filmler bize anlatıldığından başka bir dünyanın hep orada olduğunu, tahmin ettiğimizden daha yakın olduğunu dillendirir. Özellikle şu anda global siyasetin ana gündemi olan Filistin meselesinin yanında, sınıfsal ve queer ayrımcılıkları merkezine alan, aşağıda bahsedilecek olan 5 film sinemasal yeterlilikleri birbirinden farklı olsa da festivalin ayrıksı parçaları olarak şimdiden yerlerini almış durumdalar.
Gidecek Yer Yok / No Other Land – Genç Ustalar
Bahsedeceğim ilk film, belki de festival seçkisinin en özel filmi ve izlenmesi en gerekli olanı. No Other Land, Filistin’de yaşanan katliama sessiz kalmayı tercih eden Berlin Film Festivali’nde gösterilen tek Filistin filmi olmasının ardından büyük ses getirmişti ve yarattığı etkiyi sonuna kadar hak ettiği anlaşılmış oldu. Filistinli aktivist Basel Adra ve İsrailli gazeteci Yuval Abraham’ın önderliğinde ortaklaşa bir ekip çalışması olan film, Gazze’nin Masefer Yatta köyündeki yıllara uzanan İsrail işgalini konu ediniyor. “Gizli askeri bölge” bahanesiyle yıllar boyunca köy halkının evlerini, okullarını, çiftliklerini yıkan İsrail ordusu, zaman içerisinde İsrailli yerleşimcileri sistematik bir biçimde bölgeye konuşlandırıyor. Babası da bir aktivist olan ve Gazze sınırları dışındaki bir hayatı hiçbir zaman yaşayamayan Basel Adra’nın tek silahı yıllar boyunca İsrail ordusunun yapmış olduğu yıkımları kayıt altına aldığı kamerası. Film, Basel Adra’nın el kamerasıyla çektiği direniş görüntüleri ile bölge halkının yaşadığı acıları ve Adra ile Abraham’ın zaman içerisinde gelişen dostluklarını başarılı bir kurguyla harmanlıyor.
No Other Land, çokça örneğine rastladığımız Batılı bir yabancı bakışın aksine birincil dereceden bir anlatımla yıllara yayılan geniş bir yelpaze kurarak seyirci için dolaysız bir tanıklık yaşatıyor. Duygusal manipülasyonlardan itinayla kaçınarak gerçeğin bizleri etkisi altına almasını umuyor. Adra ve Abraham’ın ana akım ve sosyal medya araçlarıyla her türlü seslerini duyurma çabalarını izlerken bir sonraki sahnede tekrardan İsrail askerlerinin buldozerlerle gelerek evleri yıktığını gördüğümüz film, umut ve çaresizlik arasında gidip geliyor. Sadece dramatik yoğunluğuna bağlı kalmayıp Adra ve Abraham’a kişisel alanlar tanıyarak bu insanların hayatlarına ortak olmamızı bekliyor. Abraham, bütün bu dramı bitirme konusundaki sabırsızlığının yanında bir İsrailli olarak özgür olduğu için hem bölge halkıyla uyum sağlayamıyor hem de İsrail medyası tarafından da istenmeyen kişi haline geliyor.
Filmin belki de en bahsedilmesi gereken özelliği çekimlere 2019’da başlanmış olmasına rağmen günümüzdeki savaşı tahmin etmesi. 7 Ekim’den sonra, o günden önce yaşanan her şeyi bir anda unutan Batı medyasının kayıtsız tavrı karşısına bütün gerçekliğiyle dikiliyor No Other Land. İsrail devletinin nasıl haksız yere insanları topraklarından ettiklerini ve dağınık Filistin yerleşimlerini nasıl bir hapishane olarak Gazze şehrinin içerisine toplamak istediğini vurgulayan film, mücadelenin yorgunluğu ve geçmeyen bir korkunun tesirinde şu cümlelerle bizleri baş başa bırakıyor: “Asıl sorulması gereken soru değişimin nasıl olacağı. İnsanlar bir video görüyor, etkileniyor. Peki ya sonra?”
Hoşça Kal Taberiye / Bye Bye Tibériade / Bye Bye Tiberias – Belgesel Kuşağı
İkinci filmimiz merkezi yine Filistin olan bir film. Özellikle Ramy dizisiyle tanınan Hiam Abbass’ın yıllar önce oyuncu olma hayaliyle geride bıraktığı topraklara geri dönüşünü anlatan filmin yönetmeni Hiam Abbass’ın kızı Lina Soualem. Abbass’ın büyükannesinden Lina Soulaem’e kadar dört kuşaktan kadının hikayelerini iç içe geçiren film, eve dönüşün ve kavuşmanın neşesi ve geçmiş hatıraların nostaljisiyle dolu. Filmin, No Other Land’in aksine, güncel politik durumlardan ziyade özellikle yıllar önce gerçekleştirilen bir sürgün sonrası, Suriye’de yaşamak zorunda kalan Abbass’ın halası ekseninde toparladığı bir politik söylemi olduğunu belirtmek gerek. Kendisi Fransa’da doğan ve Arapça öğrenmemiş olan Soualem’in kuşaklar boyunca süregelen ve bu toprakların insanlarıyla özdeşleşen bu yersiz yurtsuzlukla güçlü bir yakınlık kurabildiğini söylemek ise güç.
Abbass’ın kendi tercihleriyle seçtiği ayrılışın yıllar önce zorunlu bir şekilde gerçekleştiğini vurgulayan film, eskiden kalma footage’lar ile de desteklenen gerçek bir aile buluşması. Abbass’ın da filmin içinde söyledi gibi Orta Doğu’nun tam ortasında olan bir köyde çekilen film, kamerasını bu topraklarda ayakta kalmayı başaran mücadeleci kadınlara yöneltiyor. Hem Abbass’ın yıllar önce verdiği kararı ve şimdi içinde bulunması muhtemel aidiyetsizliği hem de toplumsal gündemi çerçevesinin içerisine sokmaktan kaçınıyormuş gibi gözüken film, en azından tıpkı No Other Land gibi, sanki birkaç aylık bir durummuş gibi lanse edilen Filistin meselesinin tarihsel etkilerine değinmeden geçmiyor. Kamerasını daha özgür bıraksa kadrajını birçok yönden doldurabilecek olmasına rağmen Soualem’in tercihleri belirli duygusal etkileri seyirciye geçirmenin ötesine gidemiyor.
Mutfak / La Cocina – Dünya Festivallerinden
Son zamanlarda özellikle The Bear ile birlikte “mutfak telaşı” zamanla yarışarak geçirdiğimiz gündelik hayatların ve buna bağlı olarak değişen duygu durumlarının açığa çıkarılması konusunda önemli bir araç olmasının yanı sıra sınıfsal bir metin için de her türlü özelliğe sahip. Üstelik bu mutfak Times Meydanı’nın tam ortasındaysa. Yönetmenliğini Meksikalı Alonso Ruizpalacios’un yaptığı La Cocina, 1957’de Arnold Wesker tarafından yazılan bir tiyatro uyarlaması. Akrabası Pedro’ya güvenerek Meksika’dan New York’a gelen Estela ile başlayan film seyirciyi, akıllara Wong Kar-wai filmlerini getirecek bir çekimle, saniye başına daha az kare kullanarak Times Meydanı’nın kargaşasının içine atıyor. İlerleyen süresi boyunca farklı karakterler arasında kaygan bir geçiş yapan film, akıllara ışıl ışıl kodlanmış olan New York’u siyah beyaz görsel tercihiyle renksizleştirirken daha ilk anlarında estetik açıdan dolu dolu bir film izleyeceğimizin sinyallerini veriyor.
La Cocina sadece kadrajına giren birçok karakterle çok sesli bir film değil, aynı zamanda neredeyse her bir sekansta farklı bir yönetmenlik tercihine girişerek fazlasıyla tatmin edici bir seyir deneyimi. Ancak bu tercihlerini filmin özüyle ilişkilendirmek istediğimizde zihnimizde birtakım uyuşmazlıklar beliriyor. Estela ile içerisine girdiğimiz mutfağa baktığımızda çok uluslu bir işçi profili, karikatürize bir patron ve birkaç yandaş elemanı gördüğümüzde elimizde net bir Amerikan alegorisi olduğunu anlıyoruz. Ortada çalındığı zannedilen bir para ve Rooney Mara’nın canlandırdığı ve hamile olan Julia ile Raul Briones’in canlandırdığı Pedro üzerinden “Meksikalı erkeği her an yarı yolda bırakacakmış gibi” bir izlenim yaratan Amerikan kadın ilişkisi ile filmin katı sembolizmi kendisini fazlasıyla açık etmiş oluyor.
Film, karakterlerimizin arzularına boyun eğerek baş başa kaldığı tek sahnede kendi siyahbeyaz estetiğini kırarak hayallerin açıkça dile getirildiği bir an yaratmasına rağmen, aşırı romantizminden uyanışı fazla uzun sürmüyor. Uzun plan bir sipariş telaşı sahnesi, senaryosunu bağlamak için bir araç olarak kullanacağını kolayca belli eden uzun bir monolog sahnesi ve sonlara doğru gittikçe artan teatralliği ile politik içeriğiyle pek uyuşmayan bir gösteriş ve hesaplı bir senaryoya sahip olmasına rağmen, filmin Meksikalı göçmenlerin Amerika gündemini en meşgul eden konulardan biri olmasıyla yaklaşan seçimler öncesi şimdiden Amerika’da da ses getireceğini tahmin etmemek imkansız.
Geçiş / Crossing – Galalar
Festivalin kuşkusuz en beklenen filmlerinden biri olan Levan Akın’ın İstanbul’da çektiği ve “dayanışmaya övgüm ve İstanbul’a aşk mektubum” sözleriyle bahsettiği yeni filmi Crossing, ekip katılımlı gösterimlerini gerçekleştirdi. Trans olduğu için ailesi tarafından dışlanan ve İstanbul’a gelen yeğeni Tekla’yı bulmak için Gürcistan’dan yola çıkan Lia ve iş bulma hayalleriyle onunla beraber gelen Achi’nin İstanbul yolculuğunu anlatan film, ilk başta anlaşamasa da gittikçe birbirine kenetlenen ikili arayış hikayelerinin bilindik özelliklerini tekrar eden bir senaryoya sahip. Akın’ın “Türkiye müzik listesi” film boyunca pek boşluk bırakmadan çalmaya devam ederken, karakterlerimizle İstanbul’un kalabalıklarına, dar mahallelerine karışıyoruz. Bir yandan da kendisi de bir trans olarak avukat olmak isteyen ve trans haklarını korumak için mücadele eden Evrim’i takip ediyoruz. Filmin hem Evrim’e hem de karakterlerimizin yolunun kesiştiği diğer trans bireylere olan bakışının tıpkı ana karakterlerde olduğu gibi klişelerin ötesine pek geçemediğini söylemek gerek.
Lia’nın aile ahlakı üzerinden tutucu düşünceleri film ilerledikçe tahmin edilebilir bir şekilde değişirken Akın’ın bahsettiği dayanışma filmde çok da büyük çaplı bir etkiye ulaşamıyor. Tabii ki bütün bunlar bir yana filmin ne kadar minimal olsa da ortaya koyduğu karakter durumları değerini koruyor. Trans bireylerin Beyoğlu’nun arka mahallelerinde açıkça dışlanmış yaşantılarının ötesinde, Akın’ın filmin sonundaki söyleşide bahsettiği üzere bazılarının yerlerinden edilmiş olması yürütülen ayrımcı politikaları gözler önüne seriyor. Akın, İstanbul sevdasını biraz dizginleyip karakterlerini daha derin kılabilse elimizde çok daha eşsiz bir film olacağını düşünmemek ise kaçınılmaz.
Cennet Tehlikede / Paradiset Brinner / Paradise Is Burning – Çiçek İstemez
Festivalin belki de enerjisi en yüksek filmi İsveçli yönetmen Mika Gustafson’un ilk uzun metrajı olan Paradise is Burning. Bir annenin bilinmeyen yokluğu altında bir arada yaşayan üç kız kardeşi merkezine alan film, yaşamın zorlukları ve zorunlulukların üstesinden birbirlerine sığınarak gelen kız kardeşlerin iç ısıtan hikayesi. Yer yer Aki Kaurismaki filmleriyle benzerlikler taşısa da onun absürt soğukluğunun aksine tutulması güç bir enerjiye sahip. 16 yaşındaki Laura, 12 yaşındaki Mira ve 7 yaşındaki Steffi süpermarkette ufak tefek bir şeyler çalarak, bölgedeki evlere girip havuzlarında partiler vererek özel mülkiyete küçük çaplı bir başkaldırı gerçekleştirirlerken, film aynı zamanda sosyal hizmetlerin onları ziyaret edecek olmasını kardeşlerinden saklayan Laura’nın “bir anne rolü” bulma çabasını da takip ediyor.
Bir gençlik filmi diyebilecek olsak da bir işçi sınıfı topluluğu olan bölgedeki orta yaşlı karakterlere de ana karakterlerimizle etkileşim kurdukları ölçüde yer veren film, Kaurismaki filmleriyle sadece coğrafi bir yakınlık göstermiyor, aynı zamanda aynı ruhu taşıyor. Üç kız kardeş de hayatın beklenmedik sürprizlerini en masum şekilde karşılayıp sürdürürken, bu süreçte birbirleriyle anlaşamadıkları anlar da yaşıyorlar. Sanki baştan sona bir parti olan film, sosyal hizmetlerin bütün bu yaşamı tek bir sözle ortadan kaldırabileceği endişesini de beraberinde getirirken, Gustafson bizi partinin hiç bitmeyeceğine ikna etmeyi başarıyor.