Her Şeyin Açıklaması: Orta Avrupa’daki Kültür Savaşlarının Arasında Kalmak
Gabor Reisz’in son filmi, Venedik’in Ufuklar bölümünde prömiyerini yaptı ve yakın zamanda Romanya’dan çıkan natüralist filmleri çağrıştırıyor.
Abel içine kapanık bir gençtir. Bitirme sınavından sonra üniversiteye gitmeye hak kazanacaktır. O sınavı geçmesi gerekir. Tembellik ve karşılıksız aşkın pençesinde sınava hazırlanma konusunda zayıf kalır. Sınav günü onun kaderini tayin eder. Sınavda yakasında taktığı bir Macaristan ulusal rozeti bir ülke krizine yol açacaktır.
Abel, sınavdan kalır ve bu kalışını da muhalif ve anti milliyetçi olan tarih hocasının “neden ülke rozeti takıyorsun?” sorusuna bağlar. Ülkenin milliyetçi bam teline dokunan bu ok Macaristan’ın kırılgan tüm politikalarını ve sosyolojik yapısını bize anlatır. Abel, batının gözünde oryantal bakış ile kendilerine bakan bir grup milliyetçinin nefreti ve muhalefetin ‘snob’ davranışları arasında sıkışır ama onun gündeminde tüm bunlar dışarıdadır. Onun gündeminde sadece kendisi ile aynı sınıfta üniversiteye gidecek olan kız arkadaşı güzel “Janka” vardır.
Politik söylemlerin hızla yayılışı ve demokrasi kılıcının herkesin boynunda dolaştığı film benzer atmosfere sahip olan bizler için de içine girmesi kolay ve epey tanıdık. Zira film 152 dk olmasına rağmen oldukça akıcı bir deneyim yaşatıyor. Kameranın, diyaloglarını zaman zaman bir şekilde doğaçlama yaptığı açıkça belli olan aktörlerin etrafında dans ederken sallanmasına, örülmesine ve yalpalamasına izin vermek, tüm filme çok gevşek, yarı Dogme-95 hissi verirken, aynı zamanda Rumen Yeni Dalga ‘auteur’lerinin çalışmalarını da hatırlatıyor. Bu filmde risk ölüm kalım meselesi değil, ancak tasvir edilen görüşler şu anda her yerde ülkeleri parçalayan güçlerin küçük bir evrenini temsil ediyor. Film yapımcılarının çoğunlukla sempatilerinin nerede yattığını görmek zor değil, ancak kendilerinden oldukça farklı olan insanların bakış açılarını anlamaya çalışmak hem etkili hem de övgüye değer.
Dünyanın Sonundan Çok Da Bir Şey Beklemeyin: Çoklu Bir Evrende Sıkışmak
Sinema dünyasında özgünlük arayışının zorlu olduğu zamanlarda, bir sinemasever her zaman Radu Jude’un fikirlerine güvenebilir.
2023 Locarno Film Festivali’nde prömiyerini yapan Dünyanın Sonu’ndan Çok Fazla Beklemeyin, Berlin Altın Ayı ödüllü ünlü ve Romanya sonrası Yeni Dalga yönetmeninden “çok fazla” beklenti içinde olanları hayal kırıklığına uğratmayacak. Jude, bir dizi farklı ve değişken tabloyu sunarak filmi, biçimlerden, arşiv görüntülerinden, renklerden ve alaycı mizahla ve cüretkar yazıyla dolu fikirlerden oluşan bir “kolaj filmi” olarak tanımlıyor. Ana karakter, Romanya tarihindeki farklı dönemler ve çeşitli çekim ve kurgu yöntemleri arasında gidip gelirken, film yarı yolda kökten şekil değiştiriyor.
Göz kamaştırıcı bir sosyal eleştiri becerisiyle donatılmış olan bu film, zamanın ruhuna çok yönlü bir saldırı gerçekleştiriyor ve işin ustalığıyla muzip bir şekilde oynuyor. Komik ve öfkeli, kaba ve incelikli, dağınık ve tamamen disiplinli olan bu dengesiz film, belki de yılın en aklı başında eseri olarak nitelendirilebilir. İnsanın yaşamak için çalışması gerektiği yönündeki absürt içselleştirilmiş safsatayı açığa vuran bir manifesto olarak öne çıkıyor. Acımasız günlük eziyet, hepimizin bir gün ölümü olacak gibi duruyor.
Günümüz Bükreş’inde siyah-beyaz çekilen filmde, Angela görsel-işitsel bir yapım şirketinde fazla mesai yapıyor. İşinin peşinde yorulmadan, ücret almadan ve utanmadan sömürülerek sokaklarda dolaşıyor. Önde gelen bir Avusturyalı kuruluş tarafından Angela’nın şirketine verilen ve devam eden proje, iPhone’unu kullanarak, ciddi iş kazası mağduru olan engelli bireyleri evlerinin sınırları içinde filme almak için Bükreş boyunca araba sürmesini gerektiriyor. Deneklerin, iş kazalarını önlemek için diğer işçileri dikkatli olmaları ve tüm düzenlemelere sıkı sıkıya uymaları konusunda “uyarmaları” gerekirken, kazalar meydana geldiğinde hepsinin fazla mesai yaptığı gerçeğinden asla bahsetmemeleri gerekiyor. En ikna edici “aday” şirketi tanıtan bir filme dahil edilecek ve 1000 euro ödül verilecek. Angela, katı, şiddet içeren ve cinsiyetçi çağdaş yönleriyle tasvir edilen modern Bükreş’in amansız koşuşturmacasında yorulmadan yol alırken, kendisine herhangi bir dinlenme fırsatı tanınmamaktadır. İzin zamanı konusunda pazarlık yapamayan ve hatta kısa bir şekerleme için bir dakika bile çalamayan kişi, Uber sürücüleriyle olan tüyler ürpertici paralellikten kurtulamaz.
Angela’nın rahatlık bulabileceği tek dünya, kendi oluşturduğu TikTok evrenidir: Bobiă adında bir avatar, toksik erkek muhafazakar kişiliği temsil eder. Angela’nın Bobiă rolündeki videoları bayağılığın ve tiksintinin sınırlarını zorluyor. Angela, sefil hayatına alternatif bir evren ve kimlik sunarak, filmde açıkça ifade ettiği gibi, karikatür yoluyla eleştiriyi tercih ediyor. Jude için harika bir anlatı fikri gibi görünebilecek bu fikir, hayatın çoğu zaman kurgudan çok daha ilginç olduğu yönündeki popüler fikrin bir başka tezahürüdür.
Gerçeklik ve sanal evren arasındaki başka özgün evrenler mümkün mü?
Yurt: Arafta Sıkışmış Ruhlar
Yurt, Türkiye’de 90’lı yılların sonundaki ideolojik kutuplaşma ve bu kutuplaşmanın yarattığı çürüme bir öğrenci yurdu üzerinden anlatılıyor.
O yıllar, dini tüm içeriklerin aczimendilikle eş değer tutulduğu Atatürkçülük modasının içerik olarak değil, söylemsel olarak rağbet gördüğü askeri vesayetin iliklerimize kadar hissedildiği, askeri yapının siyasi liderlere gözdağı verebildiği epey sosyal ve ekonomik krizlerin yaşandığı çalkantılı dönem. Meraklılar için Erik Jan Zürcher’in modernleşme krizi yaşayan Türkiye’nin son iki yüz elli yılını anlamaya çalıştığı “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” kitabını önerebiliriz.
Ahmet’in maruz kaldığı İngilizce derslerinden anladığımız kolejde hazırlık sınıfına gitmektedir. Servisle okula giden Ahmet kaldığı dini eğitim veren yurdu bir müddet tüm okuldan gizlemektedir. Kaldığı yurdun insanların zihinlerinde çok da iyi bir yere sahip olmadığının ideolojik olmasa da içgüdüsel olarak farkındadır. Kolejdeki tüm seküler çocukların arasında ayrıksıdır: ötekidir. Elinden geldiğinde okulda o çocuklar gibi olmaya çalışır. Yurda geldiğinde ise onu başka bir ötekilik durumu bekler. Ahmet’in babası hatırı sayılır mal mülkü olmasına rağmen gönülden bağlı olduğu bu dini grubun içinde evladının tam bir Müslüman olarak yetişmesini ister. Hatta bununla da yetinmez bu dini gruba yeni yurt yapılması için finansal destek de sağlar. Ama Ahmet yurtta kalan diğer çocuklara göre de sosyo-ekonomik anlamda üstün olduğu için saatinden pantolonundan ya da ayakkabılarının gıcır gıcır oluşundan dolayı dışlanır. Yine yurtsuzdur. Büyük bir aidiyet krizi içinde yeşerttiği Hakan ile dostluğu onu büyütür.
Filmde askeri vesayet ve dini gruplar arasındaki çekişmeyi, yurt baskını üzerinden görürüz. Yurdun içindeki dini içerikli tüm kitaplar ve broşürler bir anda ortadan kaldırılmaya çalışır. Seküler bir görüntü verilmek için yurdun öğrencileri de ne yaptığını bilmeden bir safın arasında yurdun yöneticilerinin dediği şekilde hızla bu ikili hayatın kaldırımlarını örürler.
Ahmet, yurtta ve evdeki dindar hayatla, okuldaki seküler ve Atatürkçü eğitim sistemi arasında sıkışır. Ergenliğin getirmiş olduğu libidinal enerjinin keşfi ve sınıfa yeni gelen güzeller güzeli Sevinç, Ahmet’in ruhundaki çatlağı daha da derinleştirir. Bu çatlağı onaran ise yine onun gibi yurtta dindar bir hayat yaşayan kimsesiz Hakan olur. İkilinin zorbalıkla başlayan dostluğu birbirilerine sırtlarını yaslamaları ile devam eder.
Okul çıkışı bir gün yurdun kapısından girerken sokakta yürüyen sıradan bir insanın Ahmet’e sırf o yurda gidiyor diye arkasından “aczimendi” demesi ile Ahmet kutuplaşmanın içinde olduğunu anlar. Ama “aczimendi” kelimesinin anlamını bile bilmemektedir. Bilmediği bu ideolojik savaşın ortasında kendisini sıradan ya da seküler olarak tanımlayan insanların taş atmalarından kaçarken bulur.
Filmde o kadar etkileyici detaylar var ki Türkiye’nin karanlıkta kalmış yakın tarihini sosyolojik unsurları ve grup dinamiğini baz alarak gözler önüne seriyor. Film ideolojik savaşı günahsız bir genç üzerinden anlatırken hem içerdeki yapıyı hem de dışarının bakış açısını eleştirmektedir.
Yurt, dörtte üç oranında siyah beyaz olmasına rağmen oldukça akıcı yormayan bir hareketliliğe sahip. Siyah beyaz görüntüden renkliye geçiş sahnesi de epey güçlü. Filmde kullanılan klasik müzik tınıları seküler ve dindar kutuplar arasındaki çatışmayı anlatmak açısından duyguyu daha da yükseltiyor.
Geçiş: Arafta Kalmak mı Dönmek mi?
Cannes’da seçilen “And Then We Danced” adlı eşcinsel dramasıyla uluslararası beğeni toplayan Levan Akın, İstanbul’daki trans topluluğuna yönelik farkındalık yaratmak için hesaplı bir seçim yapıyor ancak bunu manipülasyon yerine temsil yoluyla yapıyor. “Geçiş”, kız kardeşinin, görüşmediği kızı Tekla’yı bulma konusundaki son arzusunu yerine getirmeye kararlı, yaşlı Gürcü öğretmen Bayan Lia’nın ilgi çekici ama biraz da dolambaçlı hikayesini anlatıyor.
Gürcistan’dan kaçmak isteyen umutsuz genç Achi, Tekla’nın İstanbul’da yaşadığı yerin adresini bildiğini iddia ederek tercüman ve rehber olarak Lia’yı ikna eder. Çok geçmeden onun daha büyük bir yük olduğu gerçeğini görür Lia. Achi’nin parası yok ve Türkçe konuşmuyor; Batum’dan kendisi kaçmak istediği için peşinden gidiyor.
Tüm bu zorluklara rağmen ikili arasında çekişmeli bir anlaşma olsa da söz konusu Tekla olunca bir şekilde tüm kapıları birlikte çalarlar. Bu süreçte Tarlabaşı’nda ve İstanbul’un biraz daha kenarda kalan hayatlarına göz atarız. İstanbul’un bilinmeyenlerini Lia ve Achi ile birlikte keşfe çıkarız. Trans bir avukat olan ve seks işçilerinden sokak çocuklarına kadar Taksimdeki tüm dezavantajlı gruplara yardıma koşan Evrim’i tanırız.
“Geçiş” Batum’dan İstanbul’a bir yolculuk olarak devam ediyor ama Lia için daha önemli olan yolculuk içsel bir yolculuk. Sert, gururlu ve biraz da ahlakçı olan karakterin dönüşümünü ve geçmişle yüzleşmesini izleriz. Erkek olan yeğeninin cinsel yönelimini söylemesi tarafından annesi ve teyzesi tarafından dışlanmasıyla Gürcistan’dan İstanbul’a gelmesinin izini süren teyze Lia bu ahlakçı yapısını teyze vicdanı ile yıkmaya çalışır.
Ege Güneşi: Arafta Yaşam Mücadelesi
Şehir merkezlerinde eğlencenin uzun yıllardır adresi, lunaparklar… Ege Güneşi, İzmir’in gözde lunaparkı… Belgesel, pandemi öncesi ve pandemi sonrası lunaparkta değişen hayat ve lunaparkın kapanması ile insanların hayat mücadelelerini konu edinir.
Her şey yönetmen Ömer Gümüşer’in klip çekmek için lunaparka gitmesiyle başlar. İşi bitirip dönecekken korku tünelini merak etmesi ve görmek istemesiyle işler değişir. Yönetmen korku tünelinde panellerin arkasındaki yer yataklarını görünce merakının peşine düşer. Orada lunaparkta yaşayan çalışanlar olduğunu öğrenir. Böylece belgesel hayata geçer. Pandemi öncesi koşturmanın ve eğlencenin hakim olduğu hınca hınç dolu lunapark bir sabah eğlence merkezlerinin kapandığı haberi ile karşı karşıya kalır.
Lunapark çalışanlarının gece gündüz çalıştıkları ve hayatlarının merkezi haline gelmiş bu mekanda şimdi kediler ve kuşlar vardır sadece. Ama park çalışanları lunaparkı terketmez. Orada şimdi yeni bir hayat yeşermeye başlar.