Her toplumun izleme alışkanlığı içinde bulunduğu konjonktür ile doğrudan ilişkilidir. Kültürel, toplumsal, ekonomik ve politik yapı insanların entelektüel olarak kendilerini geliştirmelerini ya da cahil bir topluma dönüşmelerini sağlar. Bizim gibi gelişmekte olduğunu düşünen toplumların temel sorunu; geleneksel olan ile modern olan arasında sağlıklı bir sentez oluşturamamalarıdır. Tarihi büyük zaferlerle dolu olan Türk toplumunun büyük bir yıkım sonrası küllerinden yeniden doğması bir başarıdır. Ancak büyüklük illüzyonu kronik bir saplantıya dönüştüğünde tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Ne yazık ki özellikle 1950’lerden sonra gelişme ivmelenmesi sekteye uğramış ve yeniden geleneksel olanın boyunduruğu baskın hale geçmiştir.
Çalkantılı siyasi tarihimiz özellikle 1980 sonrası toplumsal biçim ve içerik arasındaki uyumunu yitirmiştir. Bu evreden sonra hayatın her alanına işlemiş bir bayağılık ve arabesk kültürü egemen olmaya başlamıştır. Televizyonun hayatımıza girmesiyle Amerikan kültürü ile geleneksel yanımız olan Doğu kültürü birbiri içine geçmiş ve ortaya saçma sapan denilebilecek türden mutant bir kültür çıkmıştır. Bu dönemde Türkiye, Yeşilçam artığı melodramlar ve türkücü filmlerinden paçayı kurtardıysa da erotik film furyasının ağına düşmüştür. Darbe sonrası Türkiye tümden tahakküm altına alınmış ve bayağılık sistematik olarak beyinlere işlenmiştir.
Taşradan kente göç yüzünden patronaj, himaye ve hemşehrilik gibi yaklaşımlar ortaya çıkmış ve bunun neticesinde her grup kendi içinde ayrışmaya başlamıştır. Bu durumun sonuçları ile kültürel yozlaşma muazzam ölçüde hızlanmıştır. Arada kalmış yığınlar bir şekilde büyük şehirlerde hayatta kalabilmek için her işi yapmaya başlamış; kimileri başarılı kimileri ise başarısız olmuştur. Evrimsel biyolojinin doğal seçilimi, sosyal hayata da müdahil olmuş ve bu çarpık kültüre adapte olan hayatta kalmaya devam etmiştir.
Bu sürecin akabinde, özel televizyon kanalları türemeye başlamış ve herhangi bir denetim mekanizmasına tabi olmadıkları için para kazanabilmek ve dolayısıyla izlenebilmek amacıyla müthiş bir rekabet ruhuna bürünerek insanların daha önce kulaktan kulağa bile fısıldamaktan imtina ettikleri şeyleri bu kanallar milyonların gözleri önüne sermiştir. Bu sebeple 90’lar Türk televizyon tarihi açısından oldukça sansasyonel zamanlardır. Türk Sineması’nın kış uykusunda olduğu bu dönemde televizyon neredeyse 2000’lere kadar hükümranlık sürmüştür.
İnternetin yaygınlaşması ile cep telefonlarının entegrasyonu özellikle genç nesil arasında “popüler olma”nın havalı bir şey olduğu düşüncesinin doğmasına sebep olmuştur. Bu durum 2005 yılında kurulan Youtube ve 2006 yılında kurulan Facebook gibi sosyal medya mecraları sayesinde optimum seviyesine ulaşmıştır. Gençler sanal hayatlar yaşarken bir önceki jenerasyon hayatta kalabilmek için gece gündüz çalışan ve başka hiçbir şey yapmaya fırsatı kalmayan insanlardan müteşekkildi. Peki ne oldu da bu iki jenerasyon arasında kültürel olarak bu kadar büyük bir uçurum oluştu?
Avrupa’da ve Amerika’da 1960’lardan sonra ortaya çıkan tüketim toplumu olgusu ihtiyaç dışı tüketime neden olmuştur. Ancak bizim gibi geleneksellik kabuğunu kıramamış toplumlarda bu bilinç oluşmadığı için bu olgunun bizim nezdimizde kabulü biraz marazlıydı. Özellikle genç jenerasyon sürekli olarak imajlar bombardımanına tutularak gözlerine sokulan rol modeller gibi olmaya çalıştılar. Eğitimsizlik ve özentilik birbirine benzeyen tipleri toplumun içine zerk etti. İronik olan kısım ise şuydu; birbirine benzeyen herkes özünde orijinal olduğuna inandırılmıştı. İki kutupta da yaygınlaşan bu asimilasyon mafya dizileri ve Avrupai hayat süren orta üst sınıf ya da beyaz yakalıların yaşam biçimlerinin topluma yansıtılmasını sağladı. Artık insanlar izlediklerinin etkisiyle sanal kimliklerini inşa ederken gerçeklikten kopuş da son raddesine ulaşmış oldu.
2000’ler toplumsal olarak böyle bir çalkantının yaşandığı dönem olarak akıllara kazındı. Bu durumun etkileri kaçınılmaz olarak sanata ve dolayısıyla sinemaya da yansıdı. Önceleri sadece yerleşik sinema kültürü mevcuttu, henüz kirlenmemiş ve izleme kültürü 7’den 77’ye herkesi nostaljik büyüsüyle saran bu tecrübe, açık hava sinemaları ya da asli görevi sadece film göstermek olan birer cazibe merkezlerinde gerçekleşiyordu. Ancak ne yazık ki bugün tatlı bir hatıra olarak anılan bu mekanların yok edilmesiyle yeni bir sinema anlayışı oluşturuldu. Oluşturuldu diyorum çünkü bu durum da sistematik bir deformasyonun sonucudur. Gerçek sinema salonları yerini tüketimin toplumlarının “Kabe”si olan AVM sinemalarına bıraktı.
AVM’ler klasik pazar kültürünü de yok etti ve insanları duvarlarla örülü mağazalar içine hapsetti. Yeni cazibe merkezleri olan bu mekanlar sinema seyircilerin alışkanlıklarını da değiştirdi. Önceden film izlemek için sinemaya giden insanlar artık AVM’lere gitmişken zaman öldürmek isteyen, bu sebeple film izleyen insanlara dönüştürüldü. Ayrıca gösterim mafyaları insanları belli başlı filmleri izlemeye mecbur bıraktı. Politik baskı, tahammülsüzlükler, hayatta kalma mücadelesi ve çelişki barındırsa da bitmek bilmeyen gösterişe dayalı tüketim, yeni nesil izleyici için anlık zevkler veren ve basit duygulanımlar yaratan filmlerin piyasayı domine etmesine sebep oldu.
Gelelim asıl mevzumuza…Biz bize dayatılan bu filmlere neden sesimizi çıkarmıyoruz ve hatta savımı bir adım daha da ileri götürerek bu filmlerden zevk alıyoruz? Bunun pek çok sebebi olabilir. Araştırılmış, araştırılacak ya da tartışılacaktır buna eminim. Ancak şahsi gözlemlerim; gelişimi henüz tamamlayamamış ilkel yönümüzdür. Çünkü modernleşmek için mücadeleler veren ve bedeller ödeyen toplumlarınki kadar acılı bir geçmişe sahip değiliz. Her toplumun ödediği bedel kendi tarihsel süreci içinde değerlendirilmelidir. Ancak biz Batı’nın tarihsel gelişimi içinde yoğurulmadık ama o tarihsel gelişimin sonuçlarını kendi içimizde soğurmaya çalışıyoruz. Bu sebeple yaptığımız işler, ürettiğimiz sanat taklit ya da basitlikten öteye gidemiyor.
Sinemanın tüm sanatları bünyesinde barındırmak ve bu biçim içerik ilişkisini tanrısal bir boyuta taşımak kadar kutsal bir misyonu vardır. Ne yazık ki biz özümüze ait olanın yalın ve estetik formunu oluşturamıyoruz. Kaldı ki onu evrenselle harmanlayıp bir illüzyon üretelim. Bu sadece bizim sorunumuz değil. Yazımın başında belirttiğim gibi, biz büyüklük illüzyonumuzun simülakrını* yaşıyoruz ve buna ölümüne inanmış durumdayız. Ürettiğimiz filmler bu sebeple hem bize ait gibi hem de değil.
Özellikle son dönemde sıkça gördüğümüz, mizahın herhangi bir dalıyla bile bir ilişkisi bulunmayan ne kara komedi ne de parodi bile sayılamayacak türden abartılı tiplemelerin baş gösterdiği, hikayesini geçtim bir sözü, bir önermesi dahi olmayan, film demeye bile bin şahit isteyen bu saçmalıkların topluma dayatılması evvela sinemanın kendisine sonra seyircinin zekasına hakarettir. Tekelleşmiş; hem gösterimci, hem dağıtımcı, hem de yapımcı olan “ne olduğunu bilirsin sen’’ yüzünden sinema seyircisini bile eğitemeyecek durumdayız. Evet bu bir eğitim sorunudur! Çünkü Jim Rohn’un söylediği gibi; “vakit geçirdiğin beş insanın ortalaması kadarsın’’. Bu sözü hayatın her alanına uyarlamak mümkün çünkü bu aynı zamanda bir zihniyet sorunudur! Sinema yaparsan sinema izleyicisi yetiştirirsin, adına film denen ve benim henüz bir sıfat bulamadığım o saçmalıkları üretmek ise perdeye ya da ekrana sadece bakan bir güruhtan fazlasını vermez!
*Simülakr: Gerçeğin görünümüne sahip ama gerçeğin kendisi olmayan ve gerçeklik gibi algılanmak isteyen. (Jean Baudrillard’ın ”Simülasyon Kuramı” için üretmiş olduğu bir kavramdır.)