Diyalogların Suskunluğu, Mekânların Sesleri: “Gecenin Kıyısı” Filminin Yönetmeni Türker Süer ile Söyleşi

Yazan: Berna Balkaya

Türker Süer’in yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği 2024 yapımı Gecenin Kıyısı, Türkiye’nin politik açıdan çalkantılı bir döneminde, subay Sinan’ın kardeşi Kenan’ı askeri mahkemeye teslim etmekle görevlendirilmesiyle gelişen olayları konu alır. Başrollerini Ahmet Rıfat Şungar ve Berk Hakman’ın paylaştığı yapım, dünya prömiyerini 2024 Venedik Film Festivali’nin Orizzonti Extra bölümünde yapan film, ardından Toronto Uluslararası Film Festivali başta olmak üzere birçok önemli festivalde gösterildi, Türkiye’de Adana ve Ankara film festivallerinden ödüllerle döndü.

Gecenin Kıyısı, atmosferi, mekân kullanımı ve diyalog ekonomisiyle öne çıkan, günümüz sinemasında nadir rastlanan bir anlatı anlayışına sahip. Yönetmen, filmi inşa ederken sadece karakterlerin hikâyelerine değil, mekânların ve sessizliğin de birer anlatıcı olarak nasıl işlediğine odaklanıyor. Diyalogların minimuma indirildiği, görselliğin ve atmosferin ön planda olduğu bu film, izleyiciyi anlatının içine çekerken aynı zamanda belli bir mesafede tutuyor.

Film, yalnızca bireysel hikâyeler üzerinden değil, aynı zamanda içinde şekillendiği siyasi ve toplumsal iklim aracılığıyla da okunabilir. Mekânlar, birer fon olmaktan öte, karakterlerin sıkışmışlık hissini pekiştiren, anlatının ritmini belirleyen unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Yönetmenin bilinçli olarak tercih ettiği görsel dil, belirsizlik duygusunu güçlendirirken, diyalogların tasarruflu kullanımı, anlatıyı daha yoğun ve katmanlı hâle getiriyor.

Bu röportajda, yönetmenle Gecenin Kıyısı’nın yaratım sürecini, atmosferin nasıl şekillendiğini, filmin politik alt metinlerini ve mekânların hikâye anlatımındaki rolünü konuştuk. Filmin çıkış noktasını, yönetmenin okuduğu bir makalenin nasıl bir sinemasal karşılık bulduğunu ve anlatının kasıtlı olarak nasıl belli sınırlarla kurulduğunu keşfetmeye çalıştık.

Sinema kariyerinizin nasıl başladığını konuşarak giriş yapabiliriz. Sinemacı olmaya nasıl karar verdiniz? 

Ben kendimi bildim bileli film izlemeyi çok severdim. Aslında bu kadar basit, çok sevdiğim bir şeyi kendim de yapmak istedim, bu dünyanın bir parçası olmak istedim. 

Hep içinizde varmış diyebiliriz o zaman…

Geriye bakılınca, belki evet. 

Gecenin Kıyısı Türkiye’nin politik açıdan çalkantılı olduğu bir dönemde geçiyor. Bu atmosferi sinemaya taşıma fikri nasıl doğdu?

Benim için bu filmin çıkış noktası okuduğum bir gazete haberiydi. Haberde Türkiye’nin doğusunda gerçekleşmiş bir olay anlatılıyordu. Birkaç öfkeli vatandaş, orada yeni defnedilmiş kişileri terörist sanıp, mezar taşlarını devirmiş. Oranın belediye başkanı beni etkileyen bir şey söylemişti: “Bütün bu nefretten dolayı insanlığımızı kaybedeceğiz.” Bu cümle kafamı kurcaladı ve böyle bir öfke dolu toplulukta, herkesin her an şüpheli olabileceği bir yerde yaşamanın ne demek olduğunu kendimce anlamak istedim. Oradan yola çıktım. Bunun iki kardeşin hikâyesi olacağı ve onların da asker olacağı baştan belliydi. Çalışmaya başladıktan hemen sonra ise hikâyenin o özel gecede geçmesi fikri hızla şekillendi. O gece, bahsetmek istediğim öfke ve şüphe daha yoğun ve belirgin bir şekilde ortaya çıktı. O kaos içinde kimin kim olduğu belli değil. İnsan trajedisini bir kenara bırakırsak, bunlar sinema açısından çok ilginç unsurlar. Ana karakterin dünyası altüst oluyor, kendini sorgulaması gerekiyor.

Gecenin Kıyısı gibi atmosferi çok yoğun ve dramatik bir filmi çekmek nasıl bir deneyimdi? Çekimler sırasında sizi en çok zorlayan sahneler hangileriydi?

Beni zorlayan sahneler oldu tabii ki ama sanırım bunlar her çekim için geçerli şeyler. Hatta şunu diyebilirim, beni en çok zorlayan sahneler veya anlar, eminim ki hiç beklemediğiniz sahneler ve anlardır. Bir film çekimi – en azından kendim için bunu söyleyebilirim – bedensel açıdan gerçekten zorlayıcı bir şey. Hele gündüz çekiminden gece çekimine geçince, alışık olmadığımızdan her gün sadece 2-3 saat uyudum. Film çekmek kesinlikle “rahat” bir şey değil. Bu, tüm ekip için geçerli tabii ki. Bu zorlukları herkes çekiyor. Ama şunu kesinlikle diyebilirim: Türkiye‘de bir film çekmek, çocukluğumdan beri bir hayalimdi. Bu açıdan kendimi çok mutlu hissediyorum.

Gecenin Kıyısı, sadece politik bir dönemi anlamakla kalmıyor, aynı zamanda bireyin iç çatışmalarını ve ahlaki çıkmazlarını da merkeze alıyor. Mesela Sinan’ın içinde bulunduğu bu ikilem üzerine düşünürken hangi referanslardan ya da kişisel deneyimlerden ilham aldınız?

Bilinçli bir şekilde, yani biz de bunun aynısını yapalım manâsında, ilhâm aldığımı söyleyemem. Fakat görüntü yönetmeni Matteo Cocco veya yapım tasarımcıları Meral Efe Yurtsever ve Yunus Emre Yurtsever ile konuşurken, referans olarak filmler hakkında konuştuk tabii ki. Bu, iletişimi kolaylaştıran bir şey. Bilinçaltına gelirsek, burada her şey mümkündür. Ve çok etkilendiğim yönetmen ve filmler çok var tabii ki, onlardan bilinç altı tabii ki ilhâm almışımdır. Kişisel hayatıma gelirsek, benim de bir kardeşim var. Ve birbirimizden çok farklı olsak da, çok iyi geçiniyoruz. Sanırım ben de her yazar gibi, yazarken kendimden bir şeyler, duygularımı, gözlemlerimi, korkularımı ve yaşadıklarımı kullanıyorumdur. 

Filmde mekan kullanımı oldukça dikkat çekici. Karakterlerin ruh hallerini ve aralarındaki güç dengesini göstermek için mekanları nasıl kurguladınız? Özellikle Sinan ve Kenan’ın olduğu sahnelerde mekan kullanımını belirlerken neler düşündünüz?

Mekânlar çok önemli. Mesela, Sinan’ın emri aldığı sahnede kullanılan yer eski bir kışla. Bu tür mekânlar, muhteşem ve fonksiyonel oldukları kadar bireyin kendini küçük hissetmesi için de tasarlanmıştır. Ancak eğer daha büyük bir şeyin —bu ordu, bir ulus ya da bir fikir olabilir— bir parçası olursan, sen de o büyüklüğün ve görkemin bir parçası olabilirsin. İyi ve doğru mekân seçimi, anlatmak istediğiniz şeyi güçlendirebilir. Ancak ister iç, ister dış mekân olsun, seyirciye ana karakterlerimizin bu dünyada kaybolmuş gibi hissettiklerini aktarmak istedim. Sanki hiçbir yere ait değilmişler gibi.

Sinan ve Kenan karakterleri iki farklı dünya görüşünü temsil ediyor ama film boyunca bu kadar keskin doğru ve yanlış ayrımı yapılmıyor. Kardeşlik bağları içindeki ahlaki belirsizliği nasıl kurguladınız? Bu ikilem üzerine nasıl çalıştınız?

“Benim görüşüm doğrudur, senin görüşün yanlıştır” düşüncesine inanmıyorum. Üstelik görüşlerimiz zamanla değişebilir. Hiçbir şey tamamen siyah ya da beyaz değil, çoğu insan içinde birbiriyle çelişen taraflar taşır. Bu tür içsel çatışmalar hepimizde var ve anlatıyı çok daha ilginç kılıyor. Doğru ve yanlış arasında seçim yapmak kolaydır ve hikâye anlatımı açısından pek cazip değildir. Asıl ilginç olan, iki yanlış arasında bir seçim yapmaya zorlanmaktır.

Sinan’ın kararlarını izleyiciye hemen vermek yerine, film boyunca onun zihinsel çatışmasını anlamamızı sağlıyorsunuz. Bu anlamda film, klasik anlatı yapısının dışında bir gerilim yaratıyor. Bu yapıyı kurarken dikkat ettiğiniz unsurlar nelerdi? Bir noktada izleyicinin Sinan’la özdeşleşmesini mi isediniz yoksa onu sorgulayan bir konumda mı bırakmayı amaçladınız?

Seyirciye “Şunu düşünmelisin” gibi keskin doğrular vermeyi sevmiyorum. Bundan daha sıkıcı bir şey olamaz. Bazı ipuçları verip izleyicinin kendi keşiflerini yapmasını, kendi kararlarını vermesini istiyorum. Hayatta da bazen birileriyle karşılaşıyoruz ve içimizden “Neden böyle yaptı acaba?” diye soruyoruz. Cevabı biz veriyoruz. Gerçek hayatta da her şey yüzde yüz açık değildir. Ben yalnızca bir şeyler sunuyorum, filmi tamamlayan ise seyircinin kendi bakış açısı oluyor. Bu bir test değil elbette. Her seyirci, sinema salonuna kendi hayatını ve tecrübelerini getiriyor ve ister istemez filmi kendi dünyasında tamamlıyor.

Bir önceki soruda konuştuğumuz konuya da bağlanıyor aslında. Sinan da salt kötü bir karakter olamaz zaten. İçinde bir yerde muhakkak iyi de var.

Sinan’ın önce kötü taraflarını gösterip sonra iyi taraflarını da ortaya koymaya çalışmak gibi bir amacım yoktu. İyi ya da kötü kavramlarından ziyade, insanın belli durumlar karşısındaki tavrını göstermek istedim. Zaten çoğu zaman “kötü” olarak gördüğümüz biri, kendisini kötü olarak görmez; hatta tam tersine, yaptığı şeyin doğru olduğuna inanır. Öyle bir söz var: “Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” Eğer üç boyutlu bir karakter yazmak istiyorsam, onu kendi perspektifinden ele almam gerekir. Çünkü kendine yalan bile söylüyor olsa, yaptığı şeyin kötü olduğunu düşünmeyecektir. 

O zaman zaten çok tek boyutlu bir karakter çıkar ortaya ve o zaman izleyici de uzaklaşır filmden.

Kesinlikle. Hepimizin karanlık ya da zayıf yanları var. Önemli olan, belirli bir durumda nasıl hareket ettiğimiz. “Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz” derler ya… Seni sen yapan, söylediklerin değil, tavrındır. Örnegin: Kendi eylemlerinden utanıyor musun? Bu utanç duygusu seni neye itiyor? Bir şeyi saklamaya mi, yalan söylemeye mi, isyana mi? Utanç, çok güçlü ve ilginç bir duygudur.

Az önce dediğiniz gibi kime göre iyi ve kötü? Yani Sinan’ın bulunduğu konum belki de ülkede yaşayanların yarısına göre çok doğru bir yer. Sinan doğru yerde Kenan yanlış yerde. Ya da tam tersi!

Her şey sadece farklı bakış açılarından ibaret. “Şu doğru, şu yanlış” demek bana pek inandırıcı gelmiyor. Çünkü hayat çok daha karmaşık. En azından bir durumu anlamak için doğru ve yanlış terimleri pek yardımcı olmuyor.

Filmin en etkileyici taraflarından biriyse bana göre diyalog ekonomisi. Karakterler bazen çok az konuşuyor fakat çok fazla şey anlatıyorlar. Diyalog yazım sürecinde nelere dikkat ettiniz? Filmde karakterlerin suskunlukları da diyalog gibi işliyor diyebilir miyiz?

Hatta bakışlar, doğru yerde kullanıldığında bir diyalogdan bin kat daha güçlü olabilir. Film o an seyircinin kafasında oluşuyor. Bence en başarılı filmler bunu başarıyor. Ayrıca bazen ne kadar az söylersen o kadar ilginç oluyor. Çekim sırasında, senaryoda yazdığımız bazı cümleleri çıkarmaya başlıyoruz. Kurguda da attığımız cümleler oldu. Her şeyi açıkça söylemekten daha can sıkıcı bir şey olamaz. Yazım süreci aslında kurguya kadar devam ediyor. 

Bana bu çok daha güçlü geliyor. Çünkü bazı anlarda şunu da düşündürüyor bence izleyiciye; söylesem ne değişecek ki? Bir vazgeçmişlik hissi… Şu an konuşsam hiçbir şey değişmeyecek hissiyatı.

Tabii, bizim hikâyede bu kesinlikle var. Bahsettiğin anlarda karakterler, sessizlikleriyle de bir şeyler söylüyor. Sessiz kalmak da bir tepki aslında; karakterin o anki duygu ve düşüncelerini yansıtıyor. Kenan’da bir hayal kırıklığı var. 

Bu film bir dönem hikayesi anlatırken aynı zamanda evrensel bir ahlaki çatışmaya da odaklanıyor. Çekim sürecinde ya da senaryo aşamasında “burası evrensel olsun, burası Türkiye’ye özgü kalsın” diye düşündüğünüz noktalar oldu mu?

Türkiye çok karmaşık bir yer, bu kesin. Bütün bu karmaşıklıkları yurt dışında anlamak imkânsız. Ya da anlamaları için çok detaylı bir şekilde anlatmak lazım – ama ben öyle bir film çekmek istemedim. Baştan beri şöyle bir karar almıştım: Yurt dışında izleyen biri, her ima edilen şeyi anlamasa bile, o iki kardeşin hikâyesini kalbiyle hissetmeli. 

Tabii, insan ilişkisini anlayabiliyorlar fakat olayları da artık daha küresel bir dünyada yaşadığımız için az buçuk oturabiliyorlardır kafalarında herhalde…

Kesinlikle. Ama mesela orada bazı davalar var; Balyoz, Ergenekon gibi. Bunları, Türkiye’ye dair uzmanlık alanında çalışmıyorsa anlaması mümkün değil. Benim eşim Fransız. İlk sevgili olduğumuz zamanlarda Türkiye hakkında bilgi edinmek için bir kitapçıdan Türkiye ile ilgili bir kitap almıştı. Kitabın adı “Türkiye Karmaşası” idi. (Gülüyoruz.) 

Az önce de konuştuk zaten; Almanya’da doğup büyüdüğünüzü biliyoruz. Bir yandan da Türkiye’nin politik ve toplumsal atmosferini konu alan bir film yaptınız. Ülke dışında olmak, filmi şekillendirme sürecinizi nasıl etkiledi? Türkiye’ye – tırnak içinde – dışarıdan bakmak, size olayları anlatırken bir mesafe ya da farklı bir perspektif kazandırdı mı?

Kazandırmıştır diye düşünüyorum. Bunu yapımcım Nadir Öperli ile de konuştuk. Türkiye’de yaşayan biri bu filmi muhtemelen böyle çekmezdi. Bunu daha iyi ya da daha kötü anlamında söylemiyorum, ama büyük ihtimalle daha fazla, mesela 15 Temmuz’a odaklanırdı. Daha iyi veya daha kötü değil, tamamen farklı bir şey çıkardı ortaya.

Günün sonunda siz Türkiye’de yaşamasanız da kökleriniz burada olduğu için eşinizin gördüğüyle sizin gördüğünüz bile bambaşka şeyler oluyor…

Kesinlikle. Ben orada da, yani Almanya’da da kendimi Alman topluluğuna dışarıdan bakan biri olarak gördüm. Kendimi hep böyle hissettim. Ve tabii dışarıdan bakıyor olsam da burada (Türkiye’de) ailem var, sürekli gelip gidiyorum, ilgileniyorum, olup biteni takip ediyorum ve bir şekilde Türkiye’nin hayatına biraz da olsa katılıyorum. Şunu da söyleyebilirim: Ülkeye karşı büyük bir sevgim var. Ara sıra hayal kırıklığına uğruyorum ama kesinlikle derin bir bağ hissediyorum. Yani sanırım benim bakış açım sadece dışarıdan bir bakış olmanın ötesinde bir şey.

“Kardeşler” isimli; bir yandan da Gecenin Kıyısı filminizin paralelinde bir de kısa filminiz var. Bu filmde de yine iki kardeşin çatışmasını izliyoruz ama oradaki mesela çok daha ailevi bir gerilim üzerinden ilerliyor. Gecenin Kıyısı’nda ise bu çalışma politik ve ideolojik bir boyut kazanıyor. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti? İlk filmdeki kardeş dinamiğini daha büyük bir çerçeveye taşıma fikri nasıl ortaya çıktı?

Bana uzun metraj için “Bu kısa filmin uzun versiyonu mu?” diye sorulduğunda samimi olarak şunu söylüyorum: “Hiç alakası yok. Sadece yine iki kardeş var, babaları ölmüş ve biri diğerini hapishaneye götürüyor…” Esas o anda, yani filmi çektikten sonra, bu iki hikâyenin birbirine benzediğini fark ettim. Yazarken bunun hiç ama hiç farkında değildim. Bilinçli bir şey değildi. Aile dinamikleri beni ilgilendiriyor. Toplumdaki çatışmalar ve siyasi gelişmeler de aileye yansıyor, değil mi? Ama beni asıl ilgilendiren şey, her şeyden önce aile. 

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir