Yarış, Rekabet, Sevgisizlik Ve Erkekliğin Trajedisi: The Iron Claw

Yazan: Deniz Kuş

Yönetmen Sean Durkin’in yazıp yönettiği The Iron Claw (Demir Pençe) içinde barındırdıklarıyla adeta bir hazineyi andırırken aile, erkeklik, yarış, rekabet, sevgisizlik ve Amerikan toplumu, devleti hakkında oldukça fazla şey söylüyor. Dört erkek çocuktan üçünün Amerikan Güreşçisi olduğu Von Erich ailesinin büyük trajedisine uzandığımız The Iron Claw son derece güçlü bir film.

Sean Durkin ne yapmak istediğinden son derece emin bir şekilde başlıyor filmine. Siyah beyaz bir şekilde boş bir güreş ringinde filme giriş yaparken aklımıza elbette Martin Scorsese’nin Raging Bull (Kızgın Boğa)’u gelebiliyor. Ancak The Iron Claw, özellikle de Rocky ve benzerleri gibi filmlerden hayli ayrılan bir film. Başarıların, tansiyonu en yüksek olan şampiyonluk maçlarının bilinçli bir şekilde gösterilmemesi, karakterlerin ruh hallerinde çok büyük değişimler olmaması, Amerika’nın çoktan yerleşmiş olan gösteri toplumu normunun spor dünyasındaki işleyişini tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Sporcuların hayatlarının en ufak bir öneminin olmadığı, her şeyin kalabalık, aç, doyurulamayan görgüsüz Amerikan toplumu için olduğu gerçeği film boyunca bizlere anlamlı kadrajlarla hatırlatılıyor.

“Bunu yenmenin tek yolu en serti, en güçlüsü, en başarılısı, tartışmasız en iyisi olmak. Ve kendim hariç hiç kimseye muhtaç olmamak. Bizi o noktaya ulaştıracağım.”

Fritz Von Erich

Bu son derece kendinden emin sözler Von Erich ailesinin babası Fritz Von Erich’e ait. Belli ki kendi çocukluğu, gençliği ve yetişkinliğinde yaşadıklarından dolayı kendisine en büyük düşman olarak muhtaçlığı, ezikliği ve yoksulluğu görüyor. Onun bu sarsılmaz inancıyla birlikte Soğuk Savaş’ın da hız kazanmasıyla Amerikan toplumunun devlet tarafından sokulduğu yarış ve rekabet ortamı elbette Fritz’i de etkisi altına alıyor ve toplumun tümünü dönüştürdüğü gibi onu da dönüştürüyor.

Yayılmacı Amerikan Kapitalizmi’ni tüm nimetleriyle sorgusuz sualsiz kucaklayan Fritz, sonrasında hiç vakit kaybetmeden oğulları Kevin, Kerry, David, Michael’a da bu görüşünü aşılayarak ileride yaşanacak ve önüne geçilemeyecek büyük trajedinin tohumlarını atıyor. Çocuklardan özellikle David’in ve Michael’ın güreşe en ufak bir ilgileri yok. Michael okulunda müzik yapıp 70’lerin sonlarındaki ateşe ayak uydurmaya çalışırken ve gayet mutluyken evdeki katı Katolik kurallar dolayısıyla da ailesinden uzaklaşmanın yollarını arıyor.

“Büyüklüğümüz zorluklar karşısında verdiğimiz tepkiyle ölçülecek”

Yukarıdaki bu cümle de tıpkı Fritz’in üstteki mottosu gibi filmdeki aile iskeletini oluşturan bir başka motto olarak okunabilir. Sürekli olarak rekabet, görülmeyen, aslında var olmayan bir düşmana karşı hazırlıklı olma ihtiyacı bu gibi düşüncelerin sürekli olarak aile içinde büyükler tarafından çocuklara deklare ettiriliyor. Kevin çoktan bir güreşçi iken kardeşi Kerry son derece atılgan ve aurası yüksek bir karakter olması sebebiyle baba Fritz’in gözüne giriyor. Ancak ilerleyen sahnelerde göreceğimiz üzere Fritz’in gözdesi sürekli olarak değişiyor. Tıpkı Amerika gibi. Dünyanın farklı topraklarının petrollerine, ormanlarına, zenginliklerine sürekli olarak göz diken, devamlı olarak dümenini kırarak başka ülkelere yönelen Amerika gibi Von Erich ailesinde de Fritz tıpkı bu şekilde ailesini idame ediyor.

Bunlar yaşanırken Başkan Jimmy Carter’ın Sovyetler Birliği’yle girdiği rekabet ve 1980 Moskova Olimpiyatları’nı boykot kararı alması aile içinde daha büyük ve derin kırılmalara yol açıyor. Michael bir nebze müzikle kendini rahatlatırken artık o yeteneği de tamamen elinden alınıyor ve müzmin bir mutsuzluğa doğru sürüklenmeye başlıyor. Baba Fritz’in son gözdesi David’in Japonya’daki Güreş Şampiyonası sırasında otel odasında ölü bulunması, ortaya çıktığı şekliyle vücudunun adeta iflas etmiş oluşu ilk ‘zaiyatın’ verilmiş olması anlamına geliyor. Haber karşısında tek damla gözyaşı dökmeyen Baba Fritz ile Anne Doris kalan oğullarına da aynısını öğütlemekten geri kalmıyorlar.

Ağlamak, korkmak gibi duyguların tam anlamıyla yasaklandığı Von Erich erkekleri kendilerine adeta doğdukları andan itibaren monte edilen hayatı yaşamaya mecbur kalıyorlar. Bir yandan erkeklikleri dolayısıyla klasik zayıf görünmeme, daima güçlü olma mitiyle yetişirlerken gençliklerini de tam anlamıyla yaşayamıyorlar. Kendilerinden önce Vietnam’da heba olan bir jenerasyonun yerini, aşırıklar çağı olarak görülen, Sovyetlerle girilen Soğuk Savaş yarışının adeta tavan yaptığı 80’lerde kendileri yaşamak zorunda kalıyorlar. Cephede olmasa da aile içinde adeta sürekli olarak süren soğuk savaş, hepsinden öte aç kaldıkları müthiş sevgisizlik hepsine çok güçlü bir kendini ispat etme duygusuna, oradan da depresyonlara, ilaçlara ve sağlıksızlığa sürüklüyor.

Finale doğru geldiğimizde artık neredeyse hiçbir şeyi kalmamış, evlatlarını birer birer kaybetmiş, adeta Amerika’ya feda edilmiş ve bunun karşılığında elbette hiçbir şey almamış bir enkaz topluluğu buluyoruz. Artık söyleyecek herhangi bir şeyi kalmamış olan baba Fritz, anne Doris bir tarafta, tek kalan en büyük oğul Kevin Von Erich bir tarafta. O da artık eninde sonunda babasıyla yüzleşmesini yaşayarak dönüşümünü tam anlamıyla tamamlıyor, Amerikan Rüyası’nın hayal kırıklığını doyasıya yaşarken aslında önceden çoktan yaşaması gerektiği yas süreçlerini de artık rahatlıkla, içine atmadan yaşayabiliyor. Filmin başında, babasından aldığı, kazanma, en iyi olma gibi motivasyonlardan tamamen arınarak artık sadece eşi Pam ve çocukları için sağlıklı bir yaşamın kapılarını aralıyor.

Hepsinin ötesinde The Iron Claw başaramamış bir babanın çocuklarının babalarının nasıl adeta kurbanlarına dönüşmelerini anlatırken bunu popüler Amerikan Sineması’ndan oldukça farklı bir sinema diliyle, ışıltılı, hop oturup hop kaldıran maç sekanslarıyla değil, tamamen kendine özgü, maç sonuçlarını anonslarla öğrendiğimiz, genellikle kadrajın boşluğa baktığı anlarda öğreniyoruz. Bu sayede karakterlerin psikolojilerine kolaylıkla ortak olarak özdeşleşme yaşıyor ve yaşadıkları trajediden de aynı derecede etkileniyoruz. Bunu yaparken kameranın durduğu yerler, hareket seçimleri ve özellikle sarı ağırlıklı renk paletinin de önemini unutmamak gerekiyor. Genellikle psikolojik anlamda olumsuz durumların rengi olarak kullanılan sarı, film içindeki her kayıpta ağırlığını biraz daha hissettiriyor ve daha sıkça kullanılıyor. The Iron Claw son dönemin en güçlü Amerikan trajedilerinden biri olma özelliği kazanırken spor filmlerinin gücünün de iyi yapıldığı ve özenildiği zaman halen iş yapabileceğinin de katıksız bir ispatı olarak akıllarda yer ediyor.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir