İnsanlığın tüm sorunları, bir odada tek başımıza sessizce oturamamamızdan kaynaklanır.
Blaise Pascal (1623- 1662)
Tesadüf öznel zamana kavuşmadır. Günlük hayatın sorumlulukları ve modern yaşamın içinde kaybolan öznel zamanın içinden çıkar tesadüf, veya o zamanı yaratır. Oysa şehirdeki saat kulesinden koldaki şık kol saatine kadar her şey tesadüfler göz ardı ve biyoritim baş tacı edilerek tasarlanmıştır. Ancak ne seçimler, ne de kurulu düzen tamamen öngörülebilir bir yaşam sağlayabilir. Kitapçıda veya kafede biraz fazla oyalanınca geç kalınan bir randevu, fazla uyuyunca kaçırılan otobüsün bir tesadüfe kapı açması olasıdır. Gecikme, tesadüfü yaratır; bazen de tesadüf gecikmeyi.
Bu olaylar bazen fazla kurmaca kokuyormuş gibi gelir, gerçek hayattaki varlıklarına inanmayız, yaşadığımızda “Film gibi” deriz. Aslında filmdir hayat gibi olan; ama insan olasılıkların dünyasında kaybolmaktansa hayatını belirleyenin seçimleri olduğuna inanmak ister. Sonuçta sinema, ne olursa olsun, yaşayabildiğimiz olasılıkların çoğaldığı, sonsuzluğa açıldığı yerdir. Sinema insanın hayat boyu beklediği mutluluğun kapısı olan tesadüfün dünyasıdır. Sinemada Rastlantının İzinde‘de kaderi, tesadüfü ve geç kalma duygusunu işlerken kendilerini sorgulayan filmleri derledim.
Ma Nuit Chez Maud (1969)
Ma Nuit Chez Maud, Éric Rohmer’in Altı Ahlak Hikayesi’nin ve ahlaki seçimler, tesadüfler ve kader üzerine yoğunlaşır, Blaise Pascal’ın seçimler üzerine felsefi düşünceleri ve bireylerin kaderlerini nasıl şekillendirdiği üzerine bir tartışma sunar. Başrolde Jean-Louis Trintignant, Blaise Pascal’ın memleketi olan Clermont-Ferrant’ta çalışan katolik bir mühendisi canlandırır. Jean-Louis, Vidal (Antoine Vitez) ve Maud (Françoise Fabian) Pascal’ın bahsini merkeze alarak arasında sabaha kadar tartışırlar.
Filmin başında Jean-Louis, kilisede ayine gittiği sırada gördüğü bir kadın ilgisini çeker. Ayinden sonra kadını takip eder ama şans eseri izini kaybeder. Eve gider, tesadüf ve olasılıklar üzerine bir kitap okur. Kadını takip etmeyi seçmiştir, ancak izini kaybetmiştir. O gün evine gittiğinde tesadüf ve seçimler üzerine düşünen Blaise Pascal’ın bir kitabını okur. Hayatın önüne sunabileceği tüm olasılıklarına rağmen kararını vermiştir: O kadınla evlenecektir. Ancak tesadüfi bir karşılaşma, onu seçimleri konusunda düşüncelere sürükleyecektir.
Jean-Louis, bir barda on dört yıldır görmediği ama geçmişte yakın bir arkadaşı olan Vidal’a rastlar. Birbirlerini görür görmez bu karşılaşmanın garipliği üzerine konuşmaya başlarlar. İkisinin de ilk defa bulundukları bir bardır. Jean-Louis, tam da bu yüzden kesişim noktalarının ikisi için de sıradışı olan bir mekan olduğunu söyler.
Matematiksel umut. Potansiyel kazancın olasılığa bölümü. B hipoteziyle, olasılık küçük olsa da olası kazanç sonsuzdur. Senin durumunda hayatın bir anlamı var. Pascal’da ise bu sonsuz kurtuluş.
Jean-Louis, Tanrı’nın varlığı ve yokluğu tartışmasında Pascal’ın pragmatik argümanına atıfta bulunuyor.
Vidal, Pascal’ı Matrix teori üzerinden okur: ona göre tarihteki olaylar şansa dayalı değildir, anlamlı sebep sonuç ilişkileriyle bezelidir. Ancak o gün Jean-Louis ile karşılaşmaları günlük yaşamın ve tarih akışının öngörülebilirliğinden uzaktır. Françoise’ı gördüğü kilise, Vidal ile karşılaştıkları bar ve sonrasında Vidal’in arkadaşı Maud’un evi tesadüflerin kutsal mekanları olmuştur ve ortak tarihi akışkan kılarlar. Geçmiş yeniden yazılır, gelecek merak edilen bir yer değildir artık, nasılsa ona hep geç kalınır. Maud’un evinde vakit hep gecedir.
Son sahnedeki bir başka tesadüfte mekan, sahildir, Jean-Louis ve François çocuklarıyla birlikte neşe dolu bir aile tablosu çizerken Maud ile karşılaşırlar. Jean-Louis’in Katolik ahlak anlayışına uygun olarak seçtiği hayat ve Maud’un tesadüflerin dalgalandırdığı, özgür yaşamın yan yana geldiği bu sahne, kıyının ve denizin sonsuz buluşmasıdır. Kıyı katı ve durağandır, deniz hareketli ve özgür. Birbirlerinin yerinde olmayı isteyebilirlerdi, ancak hayatlarını ören tesadüflerle yaptıkları seçimler arasında yaptıkları yolculuk, son sahnede film boyunca tartıştıkları temel çerçeveyi çizmişti: Tesadüflerin dünyasında seçimlerimizin yeri neydi?
A Serious Man (2009)
Gizemi kabul et.
Rabbi Nachter
A Serious Man, Coen Kardeşler’in yazıp yönettiği bir kara komedi filmidir. Film 1967’de banliyöde yaşayan bir fizikçi olan Larry Gopnik’in (Michael Stuhlbarg) hayatını anlatır. Larry, hayatını düzenli ve rasyonel bir şekilde yaşamaya çalışırken, bir dizi talihsiz olayla karşılaşır.
Bir üniversitede fizik öğretmeni olan Larry Gopnik, derste Schrödinger’in kedisini en anlaşılır haliyle öğrencilerine anlatmaktadır. Deneye göre kedinin yaşayıp yaşamadığı gözlemciye bağlı olarak değişir. Bu filmin yaşam deneyimini anlatırken başvurduğu bir metafordur: her birimizin hayatı bir diğerinden bambaşka bir tecrübedir. Filmin başındaki Dibbuk hikayesi de aynı olgunun dini açıdan yorumudur: bir yanda doğaüstü olaylara inanan bir kadın, diğer tarafta “ciddi”, rasyonel bir adam. Dibbuk da iki farklı bakış açısına göre hikayenin sonunda ya ölüdür ya diridir.
Larry, başına gelen talihsizliklere ciddi ve rasyonel bir fizikçi olarak anlam veremez. Bu sırada farklı insanların görüşlerini dinler. Çoğu zaman onları da anlamadığını fark eder, kimi zaman aynı dili konuştuğumuz insanları anlamazken, bize yalnızca işaretlerle konuşan tanrıyı nasıl anlayabilirdik? Tanrı bizimle kader, tesadüf ve şans üzerinden konuşur. “O anda bir mucize oldu sanki.”,”Kader bizi bir araya getirdi.”, “Talih yüzüme güldü.” Ve “Tanrım, beni neden terk ettin?” ile “Ne talihsiz bir adamım ben.”. Başına gelen talihsizliklere bir anlam bulmak üzere Rabbi Nachter’a giden Larry net cevabı dilin kısıtlı dünyasında bulamaz, ona anlatılan hikayenin bile anlamı yokmuş gibi görünür, çünkü hayattan ufak bir kesittir sadece, hiçbir yere ulaşmaz. Larry’e her şeyi bilemezsin, gizemi kabul et denir. Tanrı bize bir cevap borçlu değildir. Sonuç olarak bir peygamber gibi tanrıyla iletişim kuramayız, o halde anlamı kendimiz buluruz. Kadere ve tesadüfe bir anlam vermek, gözlemcinin yerine bağlıdır tamamen, inancına, tanrının varlığına veya yokluğuna. Olaylar arasında bir bağlantı kurabiliriz, böylece her şeyi daha anlamlı hale getirebiliriz. İnsanlığın temel acılarından biridir, anlam arayışında teselli ancak ortak kültürde bulunabilir, o da kişinin aidiyetine bağlıdır. Bireyselleşen ancak tek tip hale getirilen insanların dünyasında, ortak kültürün tesellisini bulmak ise artık çok zor. Artık yardım istemiyoruz, bizim hayatımız, bizim kararımız. Bu noktada film, ortak kültürü din, evlilik kurumu ve müzik üzerinden anlatıyor. Larry, kafa karışıklığında dinden yardım istiyor, karısı, yürümeyen evliliğinde çareyi başka biriyle evlenerek buluyor, çocukları, sıkı disiplinli okulda kaçışı popüler kültürde buluyor. A Serious Man, izleyiciye gizemi kabul edip hayatın anlamını kendi içimizde bulmamız gerektiğini hatırlatıyor.
The Unbearable Lightness of Being (1988)
The Unbearable Lightness of Being, Milan Kundera’nın aynı adlı romanından uyarlanmıştır ve başrollerinde Tomas (Daniel Day-Lewis) ve Tereza (Juliette Binoche) yer alır. Film, 1968 Prag Baharı öncesi ve sonrasında geçer ve özgürlük, kader, aşk ve sadakat gibi temaları derinlemesine işler.
Tereza ve Tomas, Tereza’nın garsonluk yaptığı kafede tanışırlar. O gün Tereza için kafede oldukça sıkıcı ve sıradan bir gündür. Bu can sıkıntısı, birkaç tesadüfün bir araya gelmesiyle kırılacaktır. Masalardan birinde yakışıklı bir adam kitap okumaktadır, kitapları çok seven Tereza’nın ilgisini anında üzerine çeker. Beethoven’dan çok sevdiği bir parçanın da çalmasıyla Tereza aşık olması için aradığı işaretleri bulmuştur. Tomas’ın derenin sürükleyip ona getirdiği kimsesiz bir çocuğa benzettiği bu kadını hayatına aldıktan sonra bozulan rutini, ülke ve iş değiştirmesine kadar gider. Karakterler film boyunca buna değip değmediğini sorgularlar: Tanışmaları da tamamen bir tesadüf değil miydi? Beethoven çaldığı sırada masasında bir kitapla yakışıklı Tomas yerine başka birinin oturuyor olması, bu olaylara yol açmayabilirdi. Çünkü biz bu işaretleri çoğu zaman fark etmeyiz. O anda çalan bir müziğin veya mekanın ta kendisinin ana bir parça olarak eklenmiş herhangi bir etkenden daha fazlası olmasında Tomas’ın da etkisi vardır. Ancak bir yapboz gibi tamamlanmayı beklerken bizi tamamlayan tek başına kişiler olmuyor.
Tereza, Tomas’ın evine giderken kolunun altına sıkıştırdığı bir kitap vardı: Anna Karina. Anna Karina’da da aşk garip olayların ışığında doğar. Anna ve Vronski tren garında tanışırlar, o sırada adamın biri tren altında kalıp ezilmiştir. Kitabın sonu da başıyla simetrik bir şekilde biter. Milan Kundera, kitabında bu simetrinin kurmaca olmadığını, aslında insanların belli motifleri seçerek kimi zaman hayatlarını fark etmeksizin bunun üzerine kurguladığını söyler. Kendisi farkına varmasa da, birey en sıkıntılı anlarında bile güzelliğin yasaları uyarınca örer yaşamını. Kundera’nın eserinde olduğu gibi, filmde de bireylerin yaşamları üzerindeki kontrolünün sınırlı olduğunu ve tesadüfün hayatın akışını belirlediğini görüyoruz. Tesadüfler, özellikle onları arayıp bulmaya çalışan biriyseniz yaşamın güzelliğini ortaya çıkarır.
Three Colours: Red (1994)
Melankolide kayıp zamana duyulan bir özlem vardır: Geçmişte kalan aşkların, daha nadir duyulan şarkıların zamanına duyulan özlem. Bize zamanı hissettiren bu duygudan kaçmak gerektiğini hissederiz, çünkü gündelik yaşamımız aksatır, belki de tamamen değiştirir. Zaman tüm yaraları örter diye düşünürüz, ama kaybı bize getiren de zamandır. Zamanın kendisi bir gecikmedir, vakit genelde dardır, sevdiklerimizle geçirilen zaman yetmez.
Three Colours: Red, yönetmen Krzysztof Kieślowski’nin Üç Renk üçlemesinin son filmidir. Film, Valentine (Irene Jacob) eski bir yargıcın köpeğine çarptıktan sonra değişen hayatlarını anlatır: Köpeğin sahibi adam, melankolinin tutsağı bir adamken, kızla kurduğu arkadaşlıkla tekrar yaşamaya başlar. Geçmişi artık üzerinde gezinebileceği bir alan olmuştur. Melankolinin asıl sebebi olan rutin zamanı ortadan kaldırmıştır. Geçmişte aşık olduğu kadınla geçirdiği zaman yetmemiştir elbette, ancak zamanı artık iliklerinde hissetmektedir; zaman yaşanılan değil, tecrübe edilendir. Filmin son sahnesi iki karakterin de zamanının diğer insanlardan onarılmayacak şekilde koptuğu anları gösterir.
Stranger than Fiction (2006)
Stranger than Fiction, Marc Forster’ın yönettiği ve başrolünde Dustin Hoffman’ın yer aldığı 2006 yapımı bir filmdir. Film, her gününü rutin bir şekilde yaşayan maliye müfettişi Harold Crick’in (Will Ferrell) hikayesini anlatır. Harold Crick, her gününü rutin bir şekilde yaşayan bir maliye müfettişidir. Diş fırçasının hareket sayısına kadar yaptığı her şey kesinlik içerir; kalkma saatini, otobüs saatini, işe gitme saatini, iş yerindeki işlerini asla aksatmaz. Sıkça vurgulanan kol saati bu dakik ve obsesif hayatını simgeler. Yalnız yaşamaktadır, onu gündelik yaşamının sorumluluklarından alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Ancak bir gün alışılmışın dışında bir şey yaşar. Birinin onun hayatın konu eden bir hikaye yazdığını fark eder. Yazarın sesi Harold’un her hareketini betimlemekte, Harold bunu duymaktadır. Delirdiğini düşünür, artık dünkü adam değildir. İşlerini aksatır, otobüsünü kaçırır, hatta profesyonel bir ilişki yürütmesi gereken bir kadına aşık olur. Şans, onu gündelik yaşamın dışına fırlatmıştır, öznel zamanına kavuşmuştur artık: bir noktada hayatını belirleyen kol saati çalışmaz olur. Bir zamanlar sayıya ve saatlere göre yaşayan adam, bunlardan sıyrılır, artık yaşamının kopuk parçalarını birleştirmeye başlar. Sevdiği kadınla zaman geçirir, gitar dersleri alır, yaşamdan zevk alır.
Harold günlük işlerini tamamen askıya alır. Bu onu ölüm tehlikesine kadar sürükler. Ancak ölümünü kabul etmek istemez, yaşamaya yeni başlamıştır. Öznel zamanı onu kurtarır sonunda: kol saati bozulur. Yazarı tesadüf eseri televizyonda görür, sesinden tanır ve yine tesadüf eseri, kadın Harold’a yardımcı olan bir akademisyenin en sevdiği yazardır. Yazarını bulup sonunu değiştirmesi için ona yalvarması gerekecektir, geç kalmamalıdır, zamanla yarışır, ama saatine bakmadan.
Le Rayon Vert (1986)
Le Rayon Vert, Éric Rohmer’in yönettiği 1986 yapımı bir Fransız filmidir. Film, tatil planları son anda iptal olan ve hayatının aşkını arayan Delphine’in (Marie Rivière) hikayesini anlatır. Hayatının aşkını bekleyen Delphine, bunun ancak bir tesadüf eseri olabileceğine inanmaktadır. Film, Rimbaud’un bir şiiriyle açılır, yönetmen burada Delphine ile Rimbaud arasında bir köprü kurar. Rimbaud mutluluk arayışında ülke ülke dolaşmıştır, Delphine bir tatilden diğerine kasabaları dolaşır. Yeşil ışını birlikte gördüğü kişinin hayatının aşkı olabileceğini düşünür. Bu yüzden tesadüflerin ve işaretlerin peşinden koşar: bir kart bulur, sıkça yeşil renge rastlar, yürürken birkaç kişinin Jules Verne’in Yeşil Işın kitabını tartıştıklarını duyar. Aşk, hayatımızı süsleyen motiflerin mekan ve zamanın, tesadüf ve şansın birleşmesiyle karşımıza çıkmasıyla doğar. Deleuze, Proust ve Göstergeler’de şöyle söyler: Aşk sessiz yorumlardan doğar ve onlarla beslenir. Bu sessiz yorumlar Delphine’i hayatının aşkıyla tanıştıracaktır. Tesadüfün günlük yaşamdan bir süreliğine insanı kopartıp öznel zamana kavuşturması, Rohmer’in filmlerinde günlük yaşamın kendisi haline gelir. Delphine’in günlük yaşamı, bir tesadüfle başlayıp, bir tesadüfle bitecek bir olayın bekleyişiyle sürer.
Bulduğum kart yeşildi. Bu çok tuhaf çünkü medyum olan bir arkadaşım var. Bana yılın renginin yeşil olacağını söyledi. Garip çünkü o zamandan beri, belki de şimdi fark ediyorum, yeşil şeyler bulmaya devam ediyorum. Kız kardeşimin evine giderken yeşil giyinmiştim ve yeşil bir elektrik direğinin yanında küçük bir yeşil kart gördüm.
Delphine
Aşığın bulduğu işaretlerin, aşık olunan kişinin dünyasında hiçbir karşılığı yoktur. Kendimizi, işaretlerin sessiz dünyasında bulmamızın sebebi aşık olunan kişinin dünyasından bihaber olmamızdandır. Bu sebeple aşk işaretleri de birer yalandır, der Proust. Delphine, aşkı bulduğunu düşündüğünde, onun gerçekliğine dair kanıtlar arar. Aradığı kanıtı ise bulur, film mutluluğun bulunduğu o anla son bulur.