Son olarak Perfect Days ile uzun yıllar sonra gönüllerde tekrardan taht kuran Yeni Alman Sineması’nın en değerli isimlerinden Wim Wenders’in bu yılki İstanbul Film Festivali’nin özel konuğu olacağının açıklanmasıyla birlikte usta yönetmenin birbirinden özel filmleri tekrardan gündeme gelmeye başladı.
Bu yıl vizyona girişinin 50.yılı vesilesiyle festival programında restore edilmiş kopyasıyla yer alacağı duyurulan Wenders’in Yol Üçlemesi’nin ilk filmi Alice in the Cities, Amerika manzaraları üzerine bir yazı yazmak için görevlendirilen gazeteci Philip Winter’ın 9 yaşındaki Alice’le birlikte apayrı Avrupa şehirlerinin arasında yaptığı yolculuğu konu ediniyor. Bu yolculuk anlatısı başta, Philip’in Amerika seyahatiyle başlasa da birtakım planlanmayan gelişmeler sonucu baş başa kaldığı Alice’le birlikte varılmak istenen hedefin gittikçe uzaklaştığı ve anlamını yitirdiği ancak iki kayıp ruhun birbirlerine daha da yaklaştığı, bir yandan hayatla tanışma bir yandan da hayatla barışma hikayesi.
Alman psychedelic rock grubu CAN’ın filmi izledikten uzun süre geçse de akıllardan çıkmayacak müziğiyle birlikte kayboluşun tekinsizliği ve bilinmeyen bir geleceğin tedirginliğini yansıtan ancak neşesini anlık bir tebessümün kalıcı gücünde bulan film, Alman Sineması’nda yeni bir dönemi müjdeliyor.
Yazının devamı filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Philip
Film bir sahil kenarında deniz manzarasının karşısına oturmuş, polaroid kamerasıyla gördüğü manzarayı fotoğraflayan Philip Winter ile başlıyor. Wim Wenders filmlerinin değişmeyen oyuncularından Rudiger Vogler’in canlandırdığı Philip, kendi kendine bir şarkı mırıldanıyor, çektiği fotoğraflar ile gördüğünü karşılaştırıyor, aynı şeyleri tekrar eden radyoya dayanamıyor, arabada giderken kendi kendine konuşuyor, hep aynı motellerden birine daha geceyi geçirmek için giriyor, gittikçe biriken öfkesini televizyondan çıkarıyor… Philip’in “Amerikan manzaralarını” keşfe çıktığı bu yolculuktaki Amerikan manzaraları New York’u geride bıraktığından bu yana bir farklılık göstermiyor. Amerika’nın farklı yerlerinde onu karşılayan manzara belirli kalıpların içerisine sokulmuş, farklılığın ortadan kalktığı, yayılmacı bir görsel-işitsel dünyadan başkası olmuyor.
Mekanları özel kılan dokular modernleşmenin altında ezilirken zihinde oluşan Amerika imgesi “daha önce de gördüğün” ruhsuz bir tekillik olarak kalıyor. New York’a buruşmuş Amerikan dolarının havada süzüldüğü çekimle girdikten sonra karşımıza çıkan Manhattan manzarası, üzerimize binen gökdelenlerin arasında insanlara yer olup olmadığını düşündürtüyor. Ancak Philip uzaklardan gelen bir org sesine doğru yöneliyor. Belki de bu yolculukta onu şaşırtan ilk an, daha önce burada karşılaşmadığı bir org sesi… Çıktığı yolculukta zaman ve mekan algısını yitirerek varoluşunun tespitini yapmakta zorlanan Philip, vaktinde bitiremediği yazısını “kendi evinde” bitirebileceğini düşünüyor ve Almanya’ya dönme kararı alıyor. Filmin ilk yirmi dakikasında sadece Philip’i izliyoruz. Bu filmin onun hikayesi olduğunu düşünmeye başlasak da filme adını veren karakteri hatırlıyor ve onu bekliyoruz.
Philip ve Alice
Philip, uçak bileti almak için Pan-Am binasına giriş yaparken küçük bir kızın döner kapıyla oynaması sonucu ilk denemede içeriye giremez. Evet, o küçük kız Alice’ten başkası değil. Alice daha ilk sahnede Philip’in “kendi yolu” için bir engel olduğunu belli eder. Grev sebebiyle Almanya’ya uçuş olmadığını öğrenen Philip, kendisi gibi Almanya’ya gitmek isteyen Alice’in annesi Lisa ile tanışır. Sevgilisinden yeni ayrıldığı için Almanya’ya dönmek isteyen Lisa’nın daha en başta yüzündeki kararsızlığı görmemek imkansız. Lisa ve Alice, bir otele geçtikten sonra Philip, sevgilisi Angela’nın yanına gider. Fazla diyalogun yer almadığı filmde Philip’i daha yakından tanımak için elimizdeki en önemli sahne Angela’yla aralarında geçen bu konuşma.
Philip’in filmin ilk yirmi dakikasında gördüklerimizi özetleyen “New York’tan ayrıldıktan sonra hiçbir şey değişmiyor. Her şey aynı geliyor. Artık düşünemez hale geliyorsun, özellikle bir şeylerin değişeceği fikrini. (…) Dünya ile olan bağlantımı kaybettim.” sözleri hayata olan yabancılaşmasının suçunu gittikçe daha da içinden çıkılamaz bir kabusa dönüşen Amerika seyahatine yüklüyor. Ancak Wenders, Philip’in söylediklerine kulak verip onunla daha yakından bir ilişki kurmak yerine Angela’yı dinleyici pozisyonundan çıkartarak Philip’in sözlerine bir karşı argüman sunuyor: “Sen bağlantını çok uzun zaman önce kaybettin. Bunun için Amerika’yı baştan başa dolaşman gerekmiyordu. Kimliğini yitirince dünya ile olan bağlantını kaybedersin ve bu olalı çok uzun zaman oldu. Bu yüzden hep kanıta ihtiyaç duyuyorsun, hala var olduğunun kanıtına.”
O ana kadar geçmişiyle alakalı hiçbir şey bilmediğimiz ve film boyunca da Alice’le gerçekleştireceği sıradan konuşmalar harici pek de bir şey öğrenemediğimiz Philip’i bu noktaya getiren şeyin ne olduğunu bilemiyoruz. Ancak derinlerinde ne olduğu gösterilmese de yüzeyde karşılaştığımız Philip profili, bizi altını bambaşka şekilde doldurabileceğimiz bir varoluş probleminin tam ortasına bırakıyor. Sadece tektipleşmiş ve yayılmacı Amerikan kültürünün yarattığı bir ruhsal buhran diyerekten kolaya kaçamayacağımız, bize sunulmayan o geçmişi kişisel yollarla da doldurabileceğimiz bir alan açıyor Wenders. Birçok filminde yaptığı gibi içerisinde bütün bir gizem barındıran ama bir o kadar da sıradan ve kendi tabiriyle pek de eğlenceli olmayan “herhangi bir insan” sunuyor. Philip, belki de en çok “nasıl yaşanılacağının öğretilmediği bu hayatta” insanların nasıl yaşayabildiğini düşünüyor.
Philip, tekrardan Alice ve Lisa’nın yanına döndüğünde Alice’e Empire State binasının ışıklarını üfleyerek söndürebileceğini söyler. Bu oyunu Alice için oynasa da ondan daha çok ihtiyacı vardır oyunlara ve bilmecelere. Her şeyin keskin hatlarla belirlendiği modern dünyada tekrardan hayatla bağ kuracak bir mucizeye ihtiyacı vardır. Alice için ise bu sahne onu daha yakından tanımak için çok değerlidir. Bir çocuktan beklenildiği gibi bu oyuna kanmaz, hemen saatini göstermesini isteyerek hile yaptığını anlar. Kolay kolay kandırılamayacak birisidir o, ama belki de içten içe Philip’in Empire State’in ışıklarını üfleyerek söndürdüğüne inanmak ister. Lisa çalkantılı ilişkisinden bahsederken Philip’in aklına takılan şey ise Alice’in öğle yemeğinde sorduğu bilmecedir: “Kırmızı bir VW’e dört fili nasıl sığdırırsın?”
Lisa, sevgilisinin yanına dönmesi gerektiğini belirten bir mektup bırakır, iki gün sonra Amsterdam’da onlarla buluşacağını söyler. Wenders, Lisa’yı hiçbir zaman yargılayacağımız bir yerden sunmaz seyirciye, Alice’e karşı ilgisi sevgilisine karşı yaşadığı ikilemlerden dolayı az gibi gözüktüğü anlarda bile ona olan sevgisinden şüphe duymayız. Filmin asıl yolculuğu tam da bu noktada Alice ve Philip’in Amsterdam’a uçuşuyla başlar. Havalimanında gözden kaybolarak televizyonların başına geçen ve her zaman yiyecek bir hotdog isteyen Alice, Philip’in üzerine bir yük olarak biner. Philip ona bir hotdog almaya giderken Alice’in ona bakışı “her daim aç ve haylaz” bir çocuğun bitmek bilmez isteklerinden çok daha fazlasını söyler bizlere. Filmin bütününe bakıldığında Alice ve Philip’in bir arada olduğu her an, yerden tozları süpürerek gelen zamana takılan ve değeri içinde bulunulduğu anda pek fark edilemeyen “büyülü anlarla” doludur: Havalimanında uçağın kalkacağını öğrendikten sonra Philip’in bütün hotdogu ağzına tıkmasını izleyen Alice’in gülümsemesi, uçakta giderken adam asmaca oynamaları…
Bu anlara en güzel örnek kuşkusuz bir Wenders filminin olmazsa olmazı müziklerdir. New York’ta duyulan org, radyoda hiç beklenmedik bir şekilde rastlanılan huzur dolu bir şarkı ya da Amsterdam’da Japon ezgileri… Amerika’nın kültürel yayılmacılığı sadece kendi içinde sınırlı kalmayıp Batı Avrupa’yı da egemenliği altına almışken bu anlar karakterlerin “nefes aldığı” anlardır. Uçakta adam asmaca oynarlarken Alice’in bilemediği kelime “rüya” idi. Onun cevabı ise “Bu kelime sayılmaz. Sadece somut şeyler.” olmuştu. Hayatın sadece somut şeylerden ibaret olduğu öğretilmiş bir dünyada Wenders gerçeğin içine gizlenmiş masalsı anlar yaratır. Bu anlarda bazı zamanlar ibre tersine döner: “Başa bela” olan Alice çok daha olgun davranırken, bütün bunları bir yük olarak gören ve yazısına geri dönmek istiyormuş gibi gözüken Philip ise bir çocuk masumiyetiyle oyunların içinde kaybolur. Film boyunca gördüğü manzaraları fotoğraflayan Philip’i belki de gerçekten gören tek kişi olan Alice onun fotoğrafını çeker. Yüzünün yarısını gölgelerin kapladığı Philip’in fotoğrafına Alice’in yansıması düşer. Philip’in varoluşunun gerçek kanıtı Alice’le birlikte/onun sayesinde oluşan bu görüntüde gizlidir.
Alice
Terk edilmişliğin ortak yalnızlığını taşıyan Alice ve Philip’in Amsterdam’da çok da iyi anlaşabildiğini söyleyemeyiz. Philip, Alice’e zamanını boşa harcattığını söyler, Alice ise Philip’in uyumadan önce hikaye anlatma teklifini geri çevirir. Birbirlerine ihtiyaçları olduğunu belli edemeyen karakterlerimiz, filmin ilerleyen anlarında birbirlerini daha çok itecek ancak her zaman tekrardan birbirlerini bulacaktır. Lisa’nın Amsterdam’a dönmemesiyle birlikte ikilimiz Alice’in büyükannesini bulmak üzere Almanya’ya doğru yola çıkar. Alice büyükannesinin ne soyadını bilir, ne de nerede yaşadığını tam olarak hatırlar. Böylece Wenders, bizi kendi ülkesinde kayboluşa dönüşecek bir arayışa çıkarmaya başlar.
Karakterlerimizi önce tramvay hatlarında takip ederiz, ardından Philip’in bir araba kiralaması sonucu şehri gözlemlemeye başlarız. Araba içi çekimlerle sokakları arşınladığımız bu sahneler 70’ler Batı Almanya’sı için belge niteliğindeyken Alice’in yakın plan çekimleri filmin asıl dokusunu şekillendirir. Belgesel gerçekçiliğiyle şiirsel olan arasındaki köprüyü Alice’in bu yakın plan çekimlerinde görürüz. CAN’ın yazının başında da bahsi geçen müziği eşliğinde Alice’in yüzünde yorgunluk, huzursuzluk ve tedirginlik okunurken bu masalın sadece iç ısıtıcı bir dostluğun yarattığı güven hissiyatıyla değil geleceğin puslu belirsizliğinin korkusuyla da olan yakınlığı içimize işlemeye başlar. Özellikle 70’lerle de özdeşleştirilebilecek olan ancak tek bir zaman dilimiyle sınırlandıramayacağımız bu “peki ya şimdi ne olacak” sorunsalı belki de, bu sefer kişisel bi yerden, Alice’in zihnini hep kurcalar ama o, Philip bir yana, biz seyirciye karşı bile bu tedirginliğini çoğu zaman saklar.
Yine böyle bir anda büyükannesinin hiç Wuppertal’da yaşamadığını itiraf eder. Bunun üzerine Philip Alice’i polise teslim etme kararı alır. Ancak daha sonrasında ne yapacağını bilemez. Sokakta afişine rastladığı Chuck Barry konserine gider. Yalnız kaldığı bu anlarda Philip’in özlemi ve pişmanlığı fazla uzun sürmez. Bir sonraki sahnede polislere gözükmeden nasıl geldiğini sanki çok normal bir şeymiş gibi anlatan Alice’e hayranlıkla bakarken büyükannesinin yerini de öğrenen Alice’le birlikte tekrardan yola koyulur.
Almanya’nın daha kırsal bölgelerine doğru uzanan yolculuk daha önceki sahnelerde olduğu gibi belgesel ve şiirsel ritmini uyum içerisinde sürüklerken Philip ve Alice birbirine çok daha fazla kenetlenir. Son yılların en ses getiren işlerinden Aftersun’daki baba-kız arasında geçen tatili hatırlatan beden egzersizleri, foto kabindeki değişen ifadeleri, deniz sahneleri… Her biri ulaşılması beklenen hedefin çoktan unutulduğu anlardır. Alice ve Philip plansız bir şekilde zamanın akışına kendilerini bırakır. Plajda bir kadınla tanışır ve onun evine giderler, daha sonra ise Philip kendi ailesinin yanına gideceklerini söyler.
Sanki şu ana kadar Alice’i büyükannesine ulaştırmaya çalışmıyormuş gibi birbirinden ayrılamaz hale gelen bu ikili tam da her şeyin unutulduğu bu anlardan birinde Alice’in polisten kaçtığını bildiren bir gazete haberiyle kendileri için ördükleri rüyadan uyanırlar. Philip habere aldırış etmeksizin yola devam etse de karşılaştıkları polis memurunun sözleri bir yere doğru değil de bilinçsizce kayboluşa doğru ilerleyen Philip ve Alice’i tekrardan masallar için pek oturacak koltuk bırakmayan gerçekliğe geri döndürür: “Neden polise haber vermediniz? Ne de olsa en başta çocuğu siz getirmiştiniz. Polis büyükannesinin nerede yaşadığını dün öğrendi. Ayrıca annesi de geldi. Sadece siz ve çocuk kayboldunuz.”
Film harika siyah-beyaz görüntülerini filmin görüntü yönetmeni Robby Müller’e borçlu. Ayrıca Philip’in polaroid fotoğrafları da filmin olmazsa olmaz bir parçası. Uçup giden anların ve yaşamın içinde silikleşen, fark edilmeyen ruhların varoluşunun kanıtı olan ve sonsuzluğa uzanan fotoğraflar. Onlarla birlikte kalıyor Philip, tekrardan yaşama ve yazısına dönüyor. Alice’e ne yapacağını sorduğunda ise cevap alamıyor. Gelecek ne kadar belirsiz olsa da Alice, planların değil zamanın götürdüğü yolun yolcusu ve bu yolun üstesinden gelecek güce de sahip. Karakterlerimiz trenin penceresinden özgürlüğe doğru kafalarını uzatırlarken biz de tekrardan çok uzun bir zoom-out ile Wenders’in masalından yaşamlarımıza doğru çekiliyoruz.
1 yorum
Harika ! Çok teşekkür ediyorum 🙏