Hiç kuşkusuz ki Brian De Palma Hollywood’un, hatta dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden biri. Maalesef özellikle 90’lı yılların sonlarından itibaren 80’lerdeki dönemlerini hayli aratan filmlerle kariyerini devam ettirse de kendisi 70’lerin sonlarıyla birlikte ciddi anlamda parlayan bir auteur olarak görülmekteydi. Ciddi anlamda 70’ler Yeni Hollywood Sineması’na takıntılı insanların, önemli otoritelerin, eleştirmenlerin bildiği adıyla Hollywood Beards (Hollywood Sakallıları)’nın üyelerinden olan De Palma 70’lerin sonlarından özellikle 90’ların ortalarına kadar hayli büyük filmler çekmişti.
Burada kısaca Hollywood Sakallıları kavramından da bahsetmek istiyorum. Özellikle McCarthy’nin İkinci Kızıl Tehlike Dönemi’nin sonlanmasından sonra, Hollywood’da da 60’ların sonlarından itibaren özellikle Fransız Yeni Dalgası ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden etkilenen, çoğunlukla da UCLA’den mezun genç yönetmenler ortaya çıkmaya başlamışlardı. Bunlar sırasıyla Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, Steven Spielberg, George Lucas ve Brian De Palma’dan oluşmaktaydı. Bu isimler özellikle 68 rüzgarından da etkilenmeleriyle birlikte daha toplumsal, politik psikolojik gerilimler ve siyasi alt metinleri olan suç filmleriyle Hollywood’u 70’lerle birlikte doruk noktasına çıkarmayı başarmışlardı. Hollywood Sakallıları deyimi de buradan ortaya çıkmıştır ki henüz 70’lerde bu bahsettiğimiz isimlerin hepsi uzun sakal bırakmışlardı ve daha kariyerlerinin başlarında olan 30’lu yaşlarında yönetmenlerdi.
Siz okuyucularımıza bu yazımızda Brian De Palma’nın kimilerince en büyük filmi olarak görülen 1981 yapımı Blow Out (Patlama)’un analizini yapacağız. Şimdiden keyifli okumalar dileriz.
Daha çok teen slasher ve B film diyebileceğimiz filmlere ses efekti yapmakla görevli olan genç ve heyecanlı ses uzmanı Jack Terry, bir gece orman yolunda doğal ses kaydetmekteyken bir siyasetçinin de karıştığı ölümlü bir trafik kazasını kaydeder. Ancak çok geçmeden kaydettiği sesleri deştikçe çok daha derin işlerin içine çekileceğinin farkına varması çok uzun sürmeyecektir.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki Blow Out tam anlamıyla katıksız bir yönetmen filmi. Uzun zamandır ne yapmak istediğini bu kadar iyi bilen, bu kadar kendinden emin bir şekilde sahnelere yerleştirilen bir kamerayla karşılaşmamıştım. Özellikle splint screen (ekranı ikiye bölerek olayı anlatma)’in çok başarılı kullanılması, yönetmenin hikayesini anlatırken özellikle Sidney Lumet’in Serpico, Prince of the City gibi filmleriyle bir dönem hayli yoğunlaştığı polis yozlaşmasını da içine alıyor, arkasına bürokratik yozlaşmayı da ekleyerek Hitchcock’vari bir politik gerilim başyapıtı ortaya çıkarıyor.
Blow Out göndermeler açısından da hayli zengin bir eser olarak göze çarpıyor aslında. Açılış sekansında izlediğimiz, sonrasında ses düzenlemesini yapan Jack Terry ve meslektaşının izlediğini gördüğümüz teen-slasher filmin duş sahnesinde Hitchcock’un Psycho’sunu görürken aynı zamanda filmin tamamına yayılmış bir Vertigo yeşiliyle kırmızısı da mevcut. Bu renk paleti seçimiyle De Palma hem hayranlığını her daim belirttiği ve filmleriyle sürekli selam çaktığı Alfred Hitchcock’a yine saygılarını sunarken aynı zamanda da kendi filminin neo-noir atmosferini de başarıyla yaratıyor.
Yazının başında değindiğimiz muazzam kamera kullanımının yanına bir de kusursuz denebilecek bir ses miksajı da eklendiğinde ortaya Blow Out’un çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Jack Terry’nin mesleği gereği ses kaydettiği sahnelerdeki kamera hareketleri tek kelimeyle takdire şayan iken aynı zamanda filmdeki cinayet sahnelerinde de kamera kullanımındaki bu başarı devam ederek filmin tamamına yayılıyor. Burada elbette merhum, büyük görüntü yönetmeni Vilmos Zsigmond’un adını anmadan geçmememiz gerekiyor. Senaryo da tamamen De Palma’ya aitken bu kamera, ses uyumunun bir diğer önemli sağlayıcısı olan kurgunun başında da orijinal Star Wars üçlemesi ile tanınan Paul Hirsch’in imzası var.
Jack Terry’nin ilk başta dalga geçip başından savdığı kadın çığlıkları çok başka bir yere evriliyor
Ve Jack içinde sıkışıp kaldığı yozlaşmış bürokrasi ve polis gücüyle mücadelesine kazadan kendi başına kurtardığı Sally ile devam ediyor. Ancak yönetmen De Palma burada çok keskin ve riskli bir karar vererek Sally’nin kaderini olumsuz çizdiğinde ise Jack filmin baş kötü karakterini başarıyla öldürüp ‘ülkesini kurtarsa’ da tam anlamıyla kendini kendi içinde temize çıkartamıyor aslında. Çünkü Sally Jack için yıllardır içinde olduğu sektörde ölüm sahnelerindeki çığlık sesleriyle dalga geçtiği genç kadınların tamamını sembolize ediyor ve gerçek dünyada bu çığlığın sesine duymasına ve onu kurtarmaya çalışmasına rağmen bunu başaramaması onun için tam bir zafer olmamasını, burukluğunu gösteriyor bizlere. Ve bu muazzam finalin 4 Temmuz’da, havai fişekler patlarken yapılması Amerikan Rüyası’nın, Hollywood’un beyaz Amerikalı erkeğinin kazandığı zaferler gibi gözükürken aslında hiç de öyle olmadığını gösteriyor bizlere.
Son sahnede de aynı filmin başındaki gibi bir şekilde ekip arkadaşıyla çığlık sesleri ayıklamaktayken Jack bu sefer filmin başındaki gibi davranamıyor, elleriyle kulaklarını, sonrasında yüzünü kapayarak içinde bulunduğu dünyanın veya daha siyasi bir okuma olarak diyebiliriz ki Amerika’nın mevcut dönemde gütmüş olduğu siyasetin adeta bitmeyen bir kabusa sürüklediği milyonlarca insanın sembolü olarak ekranla birlikte kararıyor.
Tüm bunlarla birlikte rahatlıkla söyleyebiliriz ki Blow Out’un De Palma’nın en iyi filmi olduğu belki tartışılabilir ancak tam anlamıyla ustalık eseri olduğu kesinlikle tartışabileceğimiz bir şey değildir. Konudan konuya ustalıkla geçişler yaparak bizleri etkisi altına alan kamerası, filmin en başında, jeneriğinde adeta bize kendini 5 saniyede anlatmasıyla Blow Out tam bir 80’ler yıldızı olarak ışıyan, parlayan, göz alıcı, zamansız bir film.