Çok genç yaşlarından itibaren adını dahi, deha diyebileceğimiz yönetmenler arasına yazdıran Paul Thomas Anderson’ın (PTA) belki de en iyi filmi olan There Will Be Blood (Kan Dökülecek) adlı 2007 yapımı başyapıtının analizini bu yazımızda siz okuyucularımıza aktaracağız. Ancak şimdiden şunu belirtmemiz gerekiyor ki bu yazıda yazar Upton Sinclair’in aynı adlı romanına dair herhangi bir kelam edilmeyecektir. Sadece filmin üzerine eğildiğimiz bir yazı olacaktır. Şimdiden hepinize iyi okumalar dilerim.
Petrolcülüğe olan merakıyla ün yapmış olan Daniel Plainview genç diyebileceğimiz yaşına rağmen hırsı ve gözü karalığıyla çok büyük paralar kazanmaya, zenginleşmeye başlar. Küçük oğlu ve yeni tanışma fırsatı bulduğu kardeşiyle birlikte Amerika’nın dört bir yanında petrol yatakları kuracak olan Plainview için ödeyeceği bedeller de çok geçmeden kendisini bulacaktır.
Yerin metrelerce altında, kazılmakta olan toprak, erişilmeye çalışılan petrol, çalışmaktan artık kendilerini kaybetmiş, aradıkları petrol misali yüzleri, elleri simsiyah olmuş işçiler. Hepsinin tepesinde ise gözü kara, hırslı petrolcü Daniel Plainview. Plainview ve işçiler ile birlikte derinlere kazdıkça aslında ne kadar karanlık bir döneme girildiğini göstermeye çalışıyor bizlere Paul Thomas Anderson. Karanlık dönem derken aslında daha çok insan açısından karanlık bir dönem olduğunun altını da özellikle çizmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Bildiğimiz üzere SANAYİ DEVRİMİ, 1800’lerin sonlarıyla birlikte İngiltere Manchester’da ortaya çıkmış ve daha sonrasında da içinde Kuzey Amerika, Japonya, Avrupa’nın da olduğu dünyanın neredeyse her noktasına müthiş bir hızla yayılmıştı. Sanayi Devrimi kendisinden önceki TARIM DEVRİMİ’nenazaran çok daha fazla makine odaklı ve bunun gerektirdiği üzere de işçi, bunun doğuracağı üzere de insan sömürüsünün de önünü açan bir sürecin başlangıcıydı aslında. Çıplak insan elinin yerini artık makinelerin almaya başlamasıyla insan belki farkında olmadan belki de farkında olarak makinelerle birlikte müthiş bir bilinçlenme yaşamış, bunun sonrasında da günümüzde halen içinde yaşadığımız Modern Kapitalizmin temelleri atılmıştı.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Aynı Daniel Plainview gibi kibirli, gözü dönmüş, açgözlü petrolcüler ve kodamanlar altlarındaki insanları sömürerek müthiş bir zenginliğe erişmişler, filmde de gördüğümüz üzere madenlerde, petrol yataklarında meydana gelen kazalardaki “fıtrat” dersek bizlerin daha iyi anlayacağı üzere binlerce işçi cinayeti de yaşanacaktır ve yaşanmıştır da.
Daniel Plainview, yukarıda belirttiğimiz üzere bencil, hırslı, açgözlü, gözü kara ve hepsinden öte de müthiş bir kibire sahip, aslında tam olarak da Sanayi Devrimi’yle temelleri atılan modern insan prototipi diyebileceğimiz bir karakter. Küçük oğlu HW ise doğumundan itibaren onun yanında yetişmekte. Plainview’in söylediğine göre eşi doğumda ölmüş, ancak ismi hiçbir şekilde bizlere zikredilmiyor bile çünkü buna gerek de yok aslında. Plainview açısından dünyaya baktığımızda her şey onun zenginliği, varlığı için var. Oğlu’nun adının HW olması, yani normal bir insan adı değil de böyle seslenildiğinde sanki uluslararası bir şirketin isminin kısaltılmışı gibi olması oğlu dahil herkesin onun gözünde kendisi için bir proje, bir makine olmasından kaynaklanıyor diyebiliriz. Adını anmadığı eşinin doğumda ölmüş olmasını söylemesi de kendisinin varisi olan beyaz erkek doğduktan sonra hiçbir şeyin, kimsenin önemli olmaması, yeter ki beyaz Amerikalı varisin doğmasıyla açıklanabilecek bir mesele.
Plainview’in film boyunca trenle yaptığı ziyaretler de çok önemli aslında. Bildiğimiz üzere özellikle 19. Yüzyıl’la birlikte trenin Modernleşmenin en büyük simgelerinden biri, hatta simgesi diyebileceğimiz araç olmasından kaynaklı olarak Plainview’in yaptığı bu tren gezileri aslında bir nevi Amerikan Kapitalizminin ulusaldan öte artık uluslararasılaşma, yayılma dönemine girmiş olmasını da bizlere gösteriyor.
Az önce de bahsettiğimiz üzere kazılarda yaşanan kazalar, sözüm ona ‘zaiyatlar’ın Plainview için hiçbir önemi yok, onun işleri yürüyor, müthiş paralar kazanarak servetini büyütüyor. Hepsinden önemlisi de HW, onun yanında aynı kendisi gibi duygusuz, sevgi taşımayacak şekilde yetişiyor. Ancak çok önemli bir kırılma sonrasında her şey tersine dönüyor elbette. HW’nin bir maden kazasında sağır kalması Plainview’in tüm planlarının da altüst olmasına neden oluyor aslında. Doğumundan itibaren tam olarak bir robot gibi yetiştirdiği, mirasının varisi, şirketinin varisinin sağır olmasıyla adeta bir “ürün hatası”na dönüşmesini kaldıramayan Plainview oğlunu terk ederek artık tamamen kendisine odaklanıyor.
Buradan itibaren artık dünyaya, insanlara olan bakışı da aşağıdaki replikte söylediği hale ulaşıyor aslında:
“İçimdeki yarışmacı kişilik benden başkasının başarılı olmasını kabul edemiyor”.
Öz kardeşi sandığı Henry’ye yukarıdaki ara başlıktasöylediği bu söz Plainview’in beynini nasıl çalıştığına çok çarpıcı bir örnek. Sonrasında Henry’nin de kardeşi olmadığını öğrendiğinde onu gözünü kırpmadan öldürmesi hem kendi kişiliğine tam olarak uyuyor hem de özün de insana veyahut herhangi bir canlıya asla bir şans vermeyen vahşi kapitalizmin kurallarına karşılık geliyor. Daniel’ın en büyük sınavı ise yaşamakta ve çalışmakta olduğu bölgedeki saygın din insanı Eli ile olan ilişkisi. Eli filmin başından itibaren Daniel’ın karşısında eğilip bükülemeyen tek karakter. Kilisenin kendisine verdiği güçle o da aslında bölge insanını aynı engizisyon dönemlerinde olduğu gibi zehirliyor. Bunu yaparken Plainview’e de sürekli kendi kilisesinin petrol kuyusu için kendisine verdiğ borç parayı hatırlatıyor ancak aralarındaki en büyük kırılma HW’nin sağırlığı sonrası babasının onu terk etmesiyle yaşanıyor.
Kilisesinde bir topluluğun önünde Daniel’e verdirdiği vaaz ve onu küçük düşürmesi elbette Daniel tarafından kabul edilecek bir şey değil. Filmin bir yerinde Eli’ya da dediği gibi “amaçladığı zenginliği elde ettikten sonra onun için her şey artık bitecek, ben tamamım” diyebilecek.
Sona geldiğimizde ise artık yıl 1927, 1929 Buhranı’na sadece iki yıl var ve toplumdaki yoksulluk, devletteki yozlaşma ve çürüme çoktan arşa çıkmış bile. Bunlar olmuşken Daniel Plainview tam olarak istediği pozüsyonu elde etmiş, şatovari bir malikanede kendi kişisel uşağı ve artık kendini kaybedecek derece içtiği viskisiyle yalnız ama ‘mutlu mesut’ bir hayat sürmekte.
Finalde filmin ortalarında kendisini küçük düşürerek zorla verdirdiği vaazın aynısını Eli’ye verdirip onu büyük bir zevkle öldürmesi modern kapitalizmin yarattığı insan modelinin artık tamamlanmasını anlatıyor bizlere. Eli’nin ise yalnızca 5.000 dolar için İsa’yı ve Tanrı’yı reddetmesi ise modern kapitalizmin, paranın, gücün karşısında din dahil hiçbir şeyin duramayacağını, her şeyin ama her şeyin koşullu koşulsuz yozlaşacağının ispatı oluyor. Plainview’in Eli’yi bowling tahtasıyla öldürmeye giderken ona doğru koşma şekli de adeta büyük yazar Emile Zola’nın Hayvanlaşan İnsan’ını andıran bir kovalamaca şekli olarak gözümüze çarpıyor.
Sonuç olarak Paul Thomas Anderson’ın modern başyapıtı There Will Be Blood, bizlere yayılmakta olan modern kapitalizmin karşısında gittikçe Amerikanlaşmaya başlayan bir petrolcünün istediği, sistemin istediği olmayınca gözünün ne aileyi, ne dini, ne ahlakı, ne de herhangi bir canlıyı görmeyeceğini çok çarpıcı bir şekilde gösteriyor bizlere. Bunu yaparken de her daim arkada derinden çalmakta olan Jonny Greenwood’un muhteşem müzikleri, geniş açılarıyla bizi kapitalizmin bu yayılma gücüne kuşkusuz ikna eden görüntü yönetmeni Robert Elswit, tarif edilmesi imkansız performansıyla Daniel Day Lewis, suratını gördükçe irkilten çok güçlü bir Paul Dano ve daha niceleriyle tam tamına bir eser olarak filme hayran kalmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.