Geceye sinen sis, kasabanın sessizliğine bürünmüştü. Ay ışıklarının aydınlattığı karanlık ve sessiz sokakları uzaktan gelen hışırtılar bozuyordu. Kimselerin göremediği, görse bile bakamadığı bir grup insan sessizce ilerliyordu. Maskeleri, kimliklerini gizliyor; karanlıkla bütünleşen giysileri, gizemli birer hayalet gibi ilerlemelerine neden oluyordu. Yürekleri nefretle dolmuş bu kişiler, insanlığın en kötü kâbusunu gerçeğe dönüştürmek için kendilerine bir hedef belirlemişlerdi: Kasabanın en özgür ve direnen ruhlarının saklandığı siyahilere ait kilise.
Toplum içinde bir saygınlığı olduğuna inanan Ku Klux Klan lideri, maskesinin ardında gizlediği yüzünde siyahileri yakıp kül etmeye kararlı bir nefreti saklıyordu. Meşalelerin ateşleri gittikçe büyümeye başlamıştı. Kilisenin kapısına vardıklarında, bir an için duraksadılar. Ardında yatan anlam, onları kışkırtmış, ateşlerini körüklemişti. Sonra, bir liderin işaretiyle, bir anda ateşler yükseldi ve kasaba, siyahların çığlıklarıyla yankılanan bir cehenneme dönüştü. Toprak titredi, gökyüzü alevlendi ve o gece, kasabanın sessizliği bir kez daha ırkçılığın dehşetiyle yıkıldı.
Bazı filmler vardır ki izlerken ruhunuzun yandığını hissedersiniz. İsmine münhasır olarak “Mississippi Yanıyor” filmi için de aynı şeyleri söyleyebilirim sanırım. Yukarıdaki paragrafları da bu duygu selinin arasında yazdım.
Film, yıkımın simgesi olmanın ötesine geçerek, bir toplumun derinliklerine işlemiş kırılganlıkları, öfkeyi ve umudu araştıran bir yapıt olarak öne çıkıyor. Ku Klux Klan’ın ateşe verdiği yerlerden çıkan siyah duman, izleyiciyi Mississippi’nin sakin sularının altında yatan buhranları en derininde hissetmesine neden oluyor.
Filmin Konusu
Alan Parker’ın yönettiği ve gerçek olaylardan esinlenen “Mississippi Burning”, 1964 yılında Amerika’nın güneyindeki bir kasabada geçen ırkçılık ve adaletsizlikle dolu bir hikâyeyi anlatıyor. FBI ajanları Ward ve Anderson, üç sivil haklar aktivistinin kaybolması üzerine kasabaya atanır. Ancak kasabada, yerel yetkililerin ve beyaz üstünlükçülerin işbirliğiyle karşılaşırlar. Irkçılığın, zulmün ve haksızlığın kol gezdiği bu toplumda, ajanlar gerçeği açığa çıkarmak için mücadele ederken, kendi inançlarını ve sınırlarını da sorgularlar.
Filmin en çarpıcı özelliklerinden biri, gerçek bir olaydan esinlenmiş olmasıdır. 1964 yılında gerçekleşen Freedom Summer sırasında üç sivil haklar aktivistin, Mississippi’de kaybolması Amerika’nın ırkçılık ve eşitsizlikle mücadelesinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. “Mississippi Burning”, bu tarihi olayı ve Amerika’nın ırkçılıkla nasıl yüzleştiğini cesurca ele alır.
Filme Sinematografik Bir Bakış
Bir dönem filmi olan “Mississippi Burning”, mekân olarak tek bir kasabada geçmektedir. Yönetmen Alan Parker, bunun da avantajı ile 60’lı yılların Amerika’sını oldukça gerçekçi bir şekilde yansıtmayı başarmıştır. Özellikle, kasabanın karanlık ve tekinsiz sokaklarını, yangınların aydınlattığı gece sahnelerini ve FBI ajanlarının zorlu arayışlarını gösteren çekimler oldukça etkileyicidir. Sizi fazla yormayan açılar, su gibi akan bir kurgu ile tüm film boyunca gözünüzü ekran ayıramazsınız.
Bir filmde bu önemli bir detaydır çünkü etkileyici bir senaryoyu besler. Görüntü yönetmeni ve yönetmenin ortak çalışması sonucu istenilen renk paleti karakterlerin iç dünyalarını yansıtmak için etkili bir şekilde kullanılır. Film ana tema olarak beyaz ve siyah insanların yaşadıklarına yöneldiği için seyirciyi hikâyenin duygusal ve siyasi yönlerine daha fazla çekiyor ve film boyunca gerilimi artırır.
Müzik ve ses tasarımı da tıpkı kurgu ve mekân tasarımı gibi filmdeki gerilimi ve duygusal yoğunluğu arttırmak için etkili bir şekilde kullanılmıştır. Siyahi vatandaşların kilisesinde okudukları ilahiler, dönem vurgusuna dikkat çeken şarkılar, arka plan sesleri ve efektler, sahnelerin atmosferini güçlendirerek izleyiciyi daha fazla etkiler.
İlgi Çekici Oyuncu Kadrosu
Film oyuncu kadrosu ile de aslında elde ettiği başarının tesadüf olmadığını ortaya koymuştur. Gene Hackman, Willem Dafoe, Frances McDormand, Brad Dourif ve R. Lee Ermey gibi isimler, filmin ana kadrosunda yer alır.
İsim isim bahsetmek gerekirse sanırım Gene Hackman’a özel bir yer ayırmam lazım. Filmdeki en önemli karakterlerden biri olan Ajan Rupert Anderson’ı canlandıran Gene Hackman, sergilediği olağanüstü oyunculukla 39. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü ve 60. Ulusal İnceleme Kurulu Ödülleri’nde en iyi aktör ödülünü kazandı. Bunların yanında 61. Akademi Ödülleri’nde en iyi aktör dalında aday gösterildi.
Ben en çok olayları kendine has bir şekilde çözüşünü ve aslında ciddi bir FBI ajanı çizgisinin dışında kasabalı insanlar ile olan ilişkilerini sevdim. Hackman, bazı sahnelerde sizi gererken, bazı sahnelerde çeşitli düşüncelere boğabiliyor. Sanırım bir oyuncunun işini iyi yaptığını da sizi duygudan duyguya sürüklemesi ile anlayabiliyorsunuz.
Dikkat çeken bir diğer performans ise genç FBI ajanı Alan Ward ile karşımıza çıkan Willem Dafoe. Ajan Ward, hikâyenin diğer Amerikan yüzünü anlamamızı sağlayan karakterdir aslında. Irkçılık geçmişi kirli olmayan bir yerde büyüdüğü için Mississippi gibi bir yerde nasıl hareket etmesi gerektiğini tam bilemez; ancak buz gibi sert surat ifadesi ve zekice çözümleri ile bazı durumlarda ciddi bir şekilde ters de düşse Ajan Rupert Anderson ile iyi bir ikili olur.
Frances McDormand, filmdeki önemli yan karakterlerden biri olan Bayan Pell’i canlandırıyor. Bayan Pell hikâyenin yumuşak yüzü diyebilirim. Filmi izlerken, canı yanan siyahi vatandaşlardan sonra en çok üzüldüğüm karakterlerden biri. En büyük şanssızlığı; yaşadığı bu ırkçı kasabadan çıkamadığı gibi Ku Klux Klan üyesi olan ırkçı bir polis memuru ile evlenmesi. Filmin sonunda “acaba neden Ajan Rupert ile gitmedi?” diye düşünmeden de edemedim. Ayrıca bu rol, McDormand’a, 2. Chicago Film Eleştirmenleri Birliği Ödüllerinde ve Kansas Şehri Film Eleştirmenleri Birliği Ödüllerinde en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında ödül getirmiştir.
Film Sonrasında Yaşanan Tartışmalar
Günümüzde bile özellikle Amerika’nın birçok eyaletinden ırkçılık devam ediyor. Haliyle 1988 yapımı bir filmin de çıktığı gibi beraberinde tartışmaları da getirmesi doğal. Filmin gerçek bir hikâyeden esinlendiğini söylemiştik; ancak yaşananlar yüzde yüz olduğu gibi aktarılmamış. Filmde, cinayet sahnelerini hızlandırmak için bazı değişikliklere gidilmiş. Örneğin filmde arabayı Andrew Goodman ya da Michael Schwerner kullanıyor; ancak gerçekte arabayı bölgeyi daha iyi bilen siyahi insan hakları savunucusu James Chaney kullanıyordu. Ayrıca gerçekte olan olayda bu üç genç önce nezarethaneye atılıyor, daha sonra serbest bırakıldıktan sonra öldürülüyor. İki FBI ajanı arasında geçen eylemlerin birçoğu da kurmaca.
Martin Luther King Jr.’ın eşi Coretta Scott King, öldürülen sivil haklar aktivisti Medgar Evers’in eşi Myrlie Evers-Williams ve National Association for the Advancement of Colored People’ın (NAACP) genel müdürü Benjamin Hooks, filmi “sahtekârlık, aldatma ve yalan koktuğunu” öne sürerek boykot etmişlerdir.
Öldürülen insan hakları savunucularından Andrew Goodman’ın annesi Carolyn Goodman ve James Chaney’nin küçük kardeşi Ben Chaney Jr., filmden rahatsız olduklarını dile getirmişlerdir. Carolyn Goodman’a göre bu hikâye, cinayetleri çözen FBI övmek ve yüceltmek için kullanılmıştı.
Filme FBI üzerinden getirilen bir eleştiri de sosyal aktivist ve Sivil Haklar Hareketi lideri Julian Bond’dan gelmiştir. Bond, filme “Rambo Klan’la Buluşuyor” adını vererek filmdeki FBI tasvirini beğenmediğini söylemiştir. 1989 Cannes Film Festivali’nde film hakkında soru sorulan yapımcı Spike Lee de filmde görülen Afro-Ameirkan karakterlerin eksikliğini eleştirmiş, filmi, beyazların siyahları sömürerek kendi kahramanlıklarını anlattıkları bir yapım olarak betimlemiştir.
Bu tip tartışmaların yanı sıra film pek çok otoriteden geçer not almayı başarmıştır. Ulusal İnceleme Kurulu, filmi 1988’in en iyi 10 filmi arasında göstermiştir. Kuruluş aynı zamanda 60. Ulusal Eleştiri Kurulu Ödülleri’nde de filme en iyi film ödülünü vermiştir.
Geçmişin Ateşinde Bugünün İzleri
Irkçılık bugün hâlâ neredeyse dünyanın tüm coğrafyalarında devam ediyor. Irk, renk, din veya kültür farkı gözetmeksizin, insanların eşit haklara ve fırsatlara sahip olması gereken bir çağda, maalesef yine aynı şeylerden bahsetmeye devam ediyoruz. Irkçılık, insanlığın geçmişinde utanç duyduğu bir iz değil. Bugün hâlâ ayrımcılıkla karşılaşan insanların hikâyeleriyle, toplumsal eşitsizlikle mücadele edenlerin direniş naralarıyla taze kalmaya devam ediyor.
Tam bu noktada “Mississippi Burning” için sadece olanı farklı şekilde yorumlayarak anlatan bir film demek pek adaletli olmaz. Filme doğru noktalardan yaklaşırsanız, Amerika’nın tarihindeki derin yaraları ve siyah kardeşlerimizin yaşadığı zorlukları gözler önüne seren bir aynanın karşısında olduğunuzu görebilirsiniz. Ben de o aynanın karşısına bir kez daha geçiyorum ve onların anısına kaleme aldığım yazımı bitirirken kendi kendime şunları söylüyorum:
“Mississippi’deki özgürlük mücadelesinde hayatlarınız pahasına yollara düştüğünüz için teşekkürler Andrew Goodman, James Chaney ve Michael Schwerner…”
“Siyahi vatandaşların hakları için verdiğiniz mücadeledeki ilham verici liderliğiniz için teşekkürler Malcolm X…”
“Barış ve eşitlik mücadelesindeki kararlılığınız için teşekkürler Martin Luther King Jr…”
“Tek bir eyleminiz ile büyük bir hareketin başlamasına neden olduğunuz için teşekkürler Rosa Parks…”
“Adalet ve eşitlik için verdiğiniz mücadele için teşekkürler Medgar Evers…”
“Ve teşekkürler adını sayamadığım binlerce siyah ya da beyaz fark etmeksizin özgürlük ve kardeşlik mücadelecisi…”