Güzün büyüleyici güzelliğine çoktan kapılmış olsak da yaz filmlerinin verdiği özgürlük ve uzaklaşma hissini zaman zaman özlüyoruz. İhtiyaç duyduğunuzda mini bir tatildeymişsiniz gibi hissettirecek 15 filmi derledik:
Pauline à la plage (Pauline at the Beach, Eric Rohmer, 1986)
Yaz filmleri denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri Eric Rohmer. Sade, huzurlu ve şiirsel anlatısıyla seyircisinin içini ısıtan Rohmer’a ait Conte d’ete (Yaz Öyküsü, 1996), La collectionneuse (Koleksiyoncu Kadın, 1967), Le genou de Claire (Claire’in Dizi, 1970) ve Le rayon vert (Yeşil Işın, 1984) içimizdeki yaz ve tatil özlemini dindirmek istediğimizde başvurabileceğimiz kaynaklar. Pauline à la plage, yönetmenin romantizm dozu yüksek tatil filmlerinden birisi. 15 yaşındaki Pauline, yaz tatilini geçirmek için kendinden yaşça büyük kuzeni Marion’a katılır. Tutkulu bir aşka özlem duyan Marion, eski aşkı Pierre’i görmezden gelmekte ve heyecan verici bulduğu Henri ile flört etmektedir. Pauline ilişkiler konusunda kuzenine göre daha mantıklı ve temkinli olsa da plajda tanıştığı Slyvain’den etkilenir ve onunla vakit geçirmeye başlar. Sahil evinde aşk ve ilişkiler üzerine uzun sohbetler eden bu ekip, ders çıkarılacak tecrübelerin de dahil olduğu unutulmaz bir yaz geçirecektir. Seyircisini güneşli Fransız kumsallarına davet eden Rohmer, keyifli ve düşündürücü diyalogların yön verdiği bir izleme deneyimi vaat ediyor.
È stata la mano di Dio (The hand of God, Paolo Sorrentino, 2021)
Sorrentino severler bilirler: Napoli ve Maradona’nın etkisine yönetmenin yapımlarında sıklıkla rastlanır (Angelo Voiello örneğinden de anlaşılabileceği gibi). Bu yarı otobiyografik yapımda da 80’lerin Napoli’sine ışınlanıyor ve Schisa ailesinin evine konuk oluyoruz. Yönetmenin çocukluğunu ve iç dünyasını tanıyabileceğimiz ve bir bakıma Sorrentino’nun Amarcord’u diyebileceğimiz filmi, yine yönetmenin özgün mizah anlayışı ve içtenliği bambaşka bir seviyeye taşımış. È stata la mano di Dio,genç Fabietto Schisa’nın gözünden sıcak bir İtalyan draması, büyüme ve kendini keşfetme hikayesi.
Stealing Beauty (Bernardo Bertolucci, 1996)
Bertolucci’nin buram buram yaz ve Toskana kokan yapımında, yakın zaman önce annesini kaybeden 19 yaşındaki Lucy’nin Siena yakınlarındaki bir villada geçen yaz tatiline tanık oluyoruz. Annesinin sanat çevresinden arkadaşlarını ziyaret eden genç kadın, onların bohem ve hedonist yaşam tarzlarına hızlıca adapte olurken, gençliği ve yaşama sevinciyle ekibin ilham perisi haline gelir. Kır çiçekleriyle bezeli çayırların, keyifli sohbetlerin yön verdiği uzun akşam yemeklerinin, umarsızca eğlenilen İtalyan partilerinin, heykellerin, tabloların ve şiirin filmi Stealing Beauty; gerçeği aramanın belki de en estetik hikayesi.
Aruitemo aruitemo (Still Walking, Hirokazu Koreeda, 2018)
İçimizi ısıtan aile filmlerinin yönetmeni Koreeda, bizleri sıcak bir yaz gününde en büyük oğullarını anmak için toplanan Yokoyama ailesinin evine konuk ediyor. Gerek samimi ve dingin havası gerek hikâye anlatıcılığı gerek de kamera kullanımı ile Ozu aile dramalarını hatırlatan yapım, zarif ve iç ısıtan diyaloglarıyla seyircisinin kalbine dokunmayı başarıyor. Evlat acısı ile başa çıkamama, farklı jenerasyonların baba-oğul ilişkileri, tüm çatışmalara rağmen korunan ve özen gösterilen saygı ve sevgi bağları ve benzeri pek çok evrensel konuyu işleyen bu sıcak filmi Japon inanışları ve gelenekleri renklendirmiş.
Bergman Island (Mia Hansen-Løve, 2021)
Nordik bir yaz filmi izlemek isteyenlere önerimiz Ingmar Bergman hayranlıklarını da pekiştirebilecekleri Bergman Island. Sinemacı çift Chris ve Tony, üretken bir yaz tatili geçirebilmek için Bergman’ın birçok önemli filmini yazdığı ve çektiği Faroe Adaları’na gelir. Adanın ilham verici atmosferinden ve Bergman mirasından yararlanarak eserini oluşturmaya başlayan Chris, yaratıcılığının tıkandığı noktalarda Tony’den yardım ister. Eşinin başarılı kariyerinin altında ezilmeye başladığında ise hayatını, tercihlerini ve eserlerini sorgulamaya başlar. Yönetmenin bu noktada ünlü yönetmen Olivier Assayas ile evliliğini ve bu evlilik çevresinde şekillenen kariyerinin de özeleştirisini yapmış olabileceği eleştirmenler tarafından sıklıkla vurgulanmış.
Sommaren med Monika (Summer with Monika, Ingmar Bergman, 1953)
Sommaren med Monika, Bergman’ın yaz filmlerinden belki de en asi ve kışkırtıcı olanı. Birbirine aşık iki genç olan Monika ve Harry, her şeyi arkalarında bırakarak Harry’nin babasına ait olan bir bota atlar; herkesten ve her şeyden uzak, düş gibi bir yaz tatili geçirir. Ancak yazın sonu geldiğinde gerçek hayata ve sorumluluklara dönmenin vakti gelmiştir, pervasızca geçirdikleri yazın sonuçlarını yaşamanın da. Bergman’ın dönemin geleneksel normlarına ve özellikle de toplumsal cinsiyet rollerine meydan okuduğu yapım, başta Fransız Yeni Dalgası olmak üzere pek çok sinema akımına ilham vermiştir.
Somewhere (Sofia Coppola, 2010)
Somewhere, Chateau Marmont’yu melankolik meskeni olarak bellemiş Johnny Marco ve kayıtsız hayatına sürpriz şekilde konuk olan kızı Cleo’nun dokunaklı hikayesini anlatıyor. 67. Venedik Uluslararası Film Festivali’nden en iyi film dalında Altın Aslan Ödülü’yle dönen film, Hollywood’un güneşli ve parıltılı hayatlarının ardında yatan iç bunaltısını seyirciye başarıyla yansıtıyor. Her ne kadar Coppola sinematografisinin öne çıkmayan filmlerinden biri olsa da filmdeki sahnelerin, yönetmenin Francis Ford Coppola’nın kızı olarak yaşadığı çocukluk deneyimlerinden ilham aldığı söyleniyor ve yönetmen de filmle kişisel bir bağı olduğunu inkâr etmiyor.
Call Me by Your Name (Luca Guadagnino, 2017)
İlk aşk ve İtalyan yazı … André Aciman’ın aynı isimli romanından uyarlanan film, nostaljik yaz tatili teması ve Guadagnino’nun estetik dokunuşuyla seyircide “neşeli ve basit” bir seda bırakmayı hedeflemiş. Nitekim yönetmen Arzu Üçlemesi’ni final filminin (üçlemenin diğer filmleri 2009 yapımı I Am Love ve 2015 yapımı Bigger Splash) diğerleri kadar gösterişli olmamasına özen gösterirken, aynı zamanda yapımını ilham aldığı usta yönetmenler Jean Renoir, Jacques Rivette, Éric Rohmer ve Bernardo Bertolucci’ye ithaf ederek saygı duruşunda bulunmuş. Elio ve Oliver’ın unutulmaz yaz tatilinin, pastoral renklerin ve keyifli diyalogların filmine Sufjan Stevens’ın besteleri eşlik ediyor. Filmin pek çok prestijli festivalde ödül ve adaylıklarla onurlandırıldığını da belirtelim.
Kikujirô no natsu (Kikujiro, Takeshi Kitano, 1999)
Takeshi Kitano çok yönlü bir sanatçı ve yaratıcı çalışmalarıyla ile tüm dünyada büyük bir hayran kitlesine sahip. Bu yıl da dünya prömiyerini 76. Cannes Film Festivali’nde yaptığı Kubi isimli Sengoku dönem filmiyle çok konuşulacak olan Kitano, filmin senaryo yazarı, yönetmeni ve başrol oyuncusu olmasının yanı sıra filmin uyarlandığı aynı isimli romanın da yazarı (ülkesinde “Beat Takeshi” ismiyle tanınan Kitano’nun aynı zamanda komedyen, televizyon sunucusu ve ressam olduğunu da belirtelim). Liste filmimize dönersek; büyükannesi ile yaşayan Masao’nun annesini arama macerasını ve Kikujiro ile çıktıkları dokunaklı yolculuğu anlatan yapıma Joe Hisashi’nin “Summer” bestesi de eşlik edince ortaya seyircinin kalbini ısıtan samimi bir film çıkmış. Kitano’nun çarpıcı mizah anlayışı ile harmanlanan filmde çocukluk ve yetişkinlik arasındaki çizgi sıklıkla bulanıklaşıyor. Rüya sekansı ile hayranı olduğu Kagemusha’ya ve Kurosawa’ya saygı duruşunda bulunan Kitano, kimi eleştirmenlerce yönetmenin halefi olarak gösteriliyor.
Le bonheur (Happiness, Agnes Varda, 1965)
Varda’nın ilk renkli filmi olan Le Bonheur, empresyonist renk paleti ile ayçiçekleri ve gelinciklerle dolu kırları, uzun piknikleri, keyifli aile sofralarını ve vazoları süsleyen kır çiçeklerini olabilecek en estetik şekilde yansıtıyor. Mozart’ın Adagio and Fugue in C minor – KV 546 bestesinin yarattığı karanlık havanın filmin parlak renkleriyle yarattığı tezatlık, filme yön veren iki kadının benzer dış görünüşlerine karşın hayat tarzlarının yarattığı tezatlık ve hüznü tatmamız gereken yerde bile mutluluğun hiçbir şey olmamışçasına devam etmesinin yarattığı tezatlık. Varda’nın çok ses getiren bu filminde yer alan Drouot ailesinin gerçek hayatta da aile üyeleri olduğunu ekleyelim.
Oslo, 31. august (Oslo, August 31st, Joachim Trier, 2011)
Joachim Trier, Eskil Vogt ve Anders Danielsen Lie iş birliğinin hayat verdiği Oslo Üçlemesi’nin bu dokunaklı ikinci filminde, kaldığı rehabilitasyon merkezinden iş görüşmesi yapmak ve eski arkadaşlarını ziyaret etmek için 24 saatliğine ayrılan Anders’in hikayesine tanık oluyoruz. Yalnız ve melankolik hayatına devam etmek için bir neden arayan kahramanımızla Oslo sokaklarını arşınlıyor, gündelik rutinleri gözlemliyor ve şehir sakinlerinin dertlerine kulak kesiliyoruz. Oslo, 31 August yaz biterken çöken hüznün, yeni bir sayfa açmayı beklerken tekrar ve tekrar düşmenin hikayesi.
Omohide poro poro (Only Yesterday, Isao Takahata, 1991)
Kalbinize dokunacak bir Ghibli animesi izlemek istiyorsanız Takahata’nın bu nostaljik animesi tam da size göre. 27 yaşındaki Taeko tüm hayatını geçirmiş olduğu Tokyo’da bir şirkette çalışmaktadır ve şehrin kaosundan uzakta bir yaz tatili planlar: Yamagata’da yaşayan uzak akrabalarını ziyaret ederek onlara aspir hasadında yardımcı olmak istemektedir. Taeko tatili boyunca çocukluğuna döner, şehir dışında yaşayan akrabalarını ziyaret eden arkadaşlarına ne kadar özendiğini anımsar. Belleğinde derinlere indikçe daha fazla anıyla karşılaşır ve geçmişine duyduğu özlem artar. Geçmiş zaman ve günümüz arasında geçiş yaptıkça kahramanımız çocukluğunun hayallerine sadık olup olmadığını sorgulamaya başlar. Film sürpriz bir gişe başarısı yakalayarak ülkede yayınladığı yılın en çok hasılat yapan Japon yapımı olmuştur. Filmin bir diğer dikkat çeken özelliği ise özellikle film müziklerinde kullanılan Doğu Avrupa temasıdır; değişik ülkelere ait halk şarkılarının Japon kırsal yaşamıyla olan ahengi filmi daha da benzersiz kılar.
Triangle of Sadness (Ruben Östlund, 2022)
Geçtiğimiz yılın Palme d’Or kazananı ve çok konuşulan filmi Triangle of Sadness, Chabrol ve Buñuel’in kara mizahla harmanlanmış burjuvazi eleştirisi geleneğini İskandinav yalınlığı ve gerçekçiliğiyle birleştiriyor. Film model çift Carl ve Yaya’nın ilişkisini tanıtarak başlıyor ve ikilinin çıktığı ultra lüks gemi yolculuğu ile devam ediyor. Kapitalizm, ırksal ve sınıfsal farklılıklar, sosyal medya, feminizm, hipergami, silahlanma ve diğer pek çok konuyu tek bir potada eriten Östlund, insan doğası üzerine yazılmış en sıra dışı hicivlerden birisiyle karşımıza çıkıyor. Absürtlüğün dozunun her geçen dakika arttığı ikinci bölümün sonunda olaylar kahramanlarımızın tahmin bile edemeyeceği şekilde evriliyor ve öncelikler değişiyor.
Take Me Somewhere Nice (Ena Sendijarevic, 2019)
Sendijarevic’in ilk uzun metrajlı filmi Take Me Somewhere Nice, minimalist tarzı ve pastel renk kartelası ile alışılmışın dışında bir Balkan filmi. Hollanda’da annesi ile yaşayan Alma hasta babasını ziyaret etmek için Bosna’ya gelir, kuzeni Emir ve arkadaşı Denis’in eşliğinde kendisine tamamen yabancı bir coğrafyayı ve kültürü deneyimler. Bir yanda aidiyet arayışı ve kimlik bunalımının yanında yetişkinliğe geçiş sanrılarıyla boğuşan Alma; diğer yanda Doğu Avrupa ülkelerinde doğan ve büyüyen, milliyetçilik ve vatanseverlik arasındaki ince çizgiyi daha da net kavramamızı sağlayan, sıcakkanlı ancak hayata dair beklentilerini düşük tutan Emir ve Denis. Take Me Somewhere Nice seyri keyifli bir yol ve kendini keşfetme filmi.
Midsommar (Ari Aster, 2019)
Listemizin son yapımı, yaz ve tatil filmi dendiğinde akıllara hızlıca gelmeyecek bir folklorik korku filmi. Midsommar, İskandinav mitlerinden ve halk öykülerinden beslenen; yemyeşil kırlar, rengârenk çiçekler, dans eden insanlar ve batmayan güneşin nasıl birer gerilim ögesi haline getirilebileceğini bizlere kanıtlayan bir yapım. Dani erkek arkadaşı Christian ve arkadaşlarının İsveç’e, 90 yılda bir yapılan yerel bir pagan festivaline davet edildiğini öğrenir. Grubun peşine takılarak yaz dönümü festivaline katılır; yaşadığı buhran dolu dönemin kara bulutlarını biraz da olsun dağıtmak ve sevgilisiyle iyice toksik hale gelmiş ilişkilerini toparlamak niyetindedir. Komünün ve ayinlerin göründükleri kadar masum olmadığı, şiddetin giderek normalleştiği ve görmezden gelindiği bu süreçte Dani’nin korkularıyla yüzleştiği ve ona acı veren her şeyden teker teker özgürleştiği ruhsal yolculuğuna tanık oluruz. Yönetmenin mali sebepler ve diğer film çekme kısıtlamalarından ötürü yapımın önemli bir kısmını İsveç yerine Macaristan’da çekmiş olduğunu da belirtmiş olalım.