Spagetti western türüne hayran olduğum yıllarda Sergio Leone’nin meşhur Dolar Üçlemesi’ndeki her oyuncunun bırakın isimlerini repliklerini bile ezberleyecek çılgınlığa eriştiğimde karşılaşmıştım bu isimle. Üçlemenin en çok sevdiğim filmi olan “Birkaç Dolar İçin” filminin kadrosundaydı. Üstüne üstlük en sevdiğim sahnelerin de gönlümün yardımcı oyuncu Oscar’ını alabilecek kadar etkin bir roldeydi. Lee Van Cleef’in canlandırdığı Albay Douglas Mortimer’a kafa tutması ve onun karşısında bile geri adım atmayacak deliliği kendi kişiliğini yansıtıyordu. Sonrasında öğrendiğim kadarıyla sinema hayatı beklediğimden çok daha aktif geçmişti. Bu isim, bugünkü yazımın başrolü olan Klaus Kinski’den başkası değil.
Elbette ki Kinski’nin sanat hayatı spagetti westernle kısıtlanmayacak kadar geniş ve bir o kadar hareketliydi. Hayatını araştırdıkça “Her dâhinin içinde bir deli yatar” sözünü tekrarlamadan edemedim. Bu yazımda, ünlü yönetmen Werner Herzog’un “En İyi Düşmanım” dediği Klaus Kinski hakkında içimden geçenleri belirtmek istiyorum aslında sadece. Çünkü O, sıradan bir aktörden çok daha fazlasıydı…
Hayata gözlerini açtığı Danzig, çocukluk yıllarını karışıklıklar ve savaşın tam ortasında yaşamasına yetmişti. Böylesine bir dönemde yoğrulan kişiliği, babasının daha çok para kazanma umuduyla gittiği Berlin’de şekillenmişti aslında. Bu yıllarda da tıpkı Danzig’de olduğu gibi mücadele ediyorlardı ailecek. Savaşın her Alman gencini gözlerini karartarak savaşa sürüklediği yıllarda O da Alman ordusuna katıldı. Daha 17’sinde Alman Hava Kuvvetleri’nde paraşütçü olarak görev yapacak kıdeme erişmişti; ancak bu kıdem, savaşa katılmasının ikinci gününde İngilizlere esir düşmesinin önüne geçemedi. Her ne kadar kendi yazdığı otobiyografisinde bu kamptan kaçtığını ve vurulduğunu söylese de en yakın arkadaşlarından biri olan ve Klaus Kinski dediğimizde bakmamız gereken ilk isimlerden biri olan Werner Herzog, otobiyografisinde bu anılarda dâhil olmak üzere pek çok şeyi Kinski’nin uydurduğunu belirtmiştir. Hatta sadece bu hikâyeleri değil, yoksulluk içinde doğduğunu, çocukken cesetleri yıkamak zorunda kaldığını ve ailesi adına hırsızlık yapmak zorunda kaldığını da uydurmuştu.
Savaşın Sona Ermesiyle Başlayan Oyunculuk Yılları
1946 yılında, savaşın da sona ermesinin etkisiyle Kinski tekrar Almanya’ya geri dönmüştü. Berlin’e döndüğünde hem annesinin hem de babasının savaş yıllarında öldüğünü öğrendi. Sonrasında belki de bir terapi gibi düşündüğü sahne hayatına yöneldi. Offenburg’daki küçük bir turne şirketinde aktör olarak göreve başladı. Klaus Günter Karl Nakszynski olan adını da o yıllarda Klaus Kinski olarak değiştirdi. Alışılmadık tavırları yüzünden gittiği her tiyatrodan kapı dışarı ediliyordu. 1955’e kadar sürekli bu çalkantının içindeydi. Werner Herzog hayatına tam da o yıl girdi. Henüz 14 yaşında olan Herzog, Klaus ile aynı pansiyonda kalıyordu. “My Best Fiend” belgeselinin açılış sahnesinde Herzog yıllar sonra bu pansiyona dönerek Klaus Kinski ile yaşadıklarını anlattığında, Kinski’nin nasıl bir davranış halinde olduğunu anlamak çok daha kolay oluyordu. O yıllarda Herzog’un gözlemlerinden anladığımız kadarıyla Kinski; kendini odasına kilitleyen, gömleğinin yaka ütüsünü beğenmediği için ağzından köpükler çıkar şekilde sinirlenen ve eline ne gelirse fırlatan biri olarak bu çocuğun hayatında yer edineceği zaman dilimine başlamıştı. Herzog konuşmalarına şöyle devam ediyordu:
“Sanırım korkmayan tek kişi bendim çünkü o bir kasırga gibiydi, bu daireye girdi ve ilk 48 saat içinde bir öfke nöbeti içinde daireyi yok etti ve tüm mobilyaları ve banyoyu yok etti. Korkmayan tek kişinin ben olduğuma inanıyorum. Manzarayı kasıp kavuran bir kasırgayı izleyen biri gibi afallamış bir şaşkınlık içindeydim. Hayran kalmıştım.”
Hayatı Gibi Çalkantılı Bir Sinema Kariyeri
Kinski’nin sinema kariyeri 1948 yapımı Morituri filminde küçük bir rolle başlamıştı. Daha sonra birkaç Edgar Wallace uyarlaması filmlerde oynamıştı. Decision Before Dawn (1951), A Time to Love and a Time to Die (1958) ve The Counterfeit Traitor (1962) oyunculuk yıllarında rol aldığı ilk Amerikan filmleriydi. Ama bu rollerin hepsi küçük rollerdi. 1961 yılında rol aldığı The Dead Eyes of London filminde yaptığı kötülükleri reddeden yalnızca kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini iddia eden bir karakteri canlandırıyordu. Aslında bu performansı Almanya’nın 2. Dünya Savaşı sırasında olanların sorumluluğunu alma konusundaki isteksizliğini birebir yansıtacak şekildeydi.
1965 yılında Doktor Jivago filminde Gulag’a giden anarşist bir mahkûmu oynamış ve gayet başarılı bulunmuştu. Yazımın da başında bahsettiği gibi spagetti western filmlerinde kendini göstermesi de 60’lı yıllarda oldu. İtalya’ya taşınmasıyla başta Sergio Leone olmak üzere pek çok yönetmenin ilgisini çekmişti. For a Few Dollars More (1965), A Bullet for the General (1966), The Great Silence (1968), Twice A Judas (1969) gibi filmler o yıllarda rol aldığı Spagetti Western filmlerden yalnızca bazıları. Tanınan bir oyuncuydu ama ilk uluslararası başarılarını, 1955 yılında tanıştığı bir çocuk olan Werner Herzog sayesinde kazanmıştı.
Herzog ve Klaus ikilisi tam beş filmde birlikte çalıştı: Aguirre: The Wrath of God (1972), Woyzeck (1978), Nosferatu the Vampyre (1979), Fitzcarraldo (1982) ve Cobra Verde (1987). Kişisel görüşümü yansıtmam gerekirse ben bu filmlerden en çok Fitzcarraldo’yu seviyorum. Werner Herzog’un başyapıtlarından biri olarak görülen bu filmde Kinski, Amazon’un orta yerine opera binası inşa etmek isteyen bir iş insanını canlandırıyor. Aslında bu film ve bu rol, tam olarak Herzog / Kinski deliliğini tanımlamaya yetecek bir tanım gibi duruyor. Filmin kamera arkası hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler Portrait Werner Herzog (1986) ve My Best Fiend (1999) belgesellerini izleyebilirler.
Herzog vs Kinski
Herzog ve Klaus arasında en azından yönetmen/oyuncu karşılaştırması altında iyi bir ilişki vardı ancak Herzog zaman zaman Kinski’yi ölümle tehdit etmişti. Hatta Aguirre: The Wrath of God filminin çekimleri sırasında figüranlardan bazıları Herzog’a Kinski’yi öldürebileceklerini bile söylemişlerdir. Bu elbette ki durup dururken ortaya çıkan bir öldürme arzusu değil. Kinski zaten o güne kadar film setlerinde çıkardığı kavgalarla ve projeyi bir anda terk edip gitmesiyle meşhur olan bir aktör. Aguirre: The Wrath of God filminin kamera arkasında da bir anda figüranlara elindeki kılıçla saldırıp aralarından birinin kafasını yarması, yine figüranların dinlenmek ve eğlenmek için gittiği kulübeye kendi silahı ile üç el ateş edip birini parmağından vurması, setteki herkesin kafasında “Kinski olmamalı!” düşüncesinin doğmasına neden olmuş gibi…
Herzog kendisine sunulan bu teklifi tabii ki de reddetti ama yine aynı filmin setinde Kinski’nin o “meşhur” öfke nöbetlerinden birini geçirdiği sırada ilk tekneye binerek seti terk edeceğini söylemesi üzerine silahını çıkarıp, tekneye adım atarsa kafasına sekiz kurşun sıkacağını ve dokuzuncusunu da kendisi için kullanacağını söylemiştir. Bir diğer olay ise Kinski’nin evinde yaşanmıştır. Aktörün evini ateşe vermek için gizlice yaklaşan Herzog’u Kinski’nin köpeği durdurmuştu. My Best Fiend belgeselinin Cannes Film Festivali’ndeki gösteriminde büyük bir ilgi toplamış, Herzog yaptığı açıklamada “Büyük bir aşkımız, büyük bir bağımız vardı ama ikimiz de birbirimizi öldürmeyi planladık” ifadelerini kullanmıştır.
Herzog, Klaus’un öfke nöbetleri için şu ifadeleri kullanmıştır:
“Kinski’nin öfkesi, ılık bir fincan kahveden bir mısranın yorumlanmasına ilişkin bir anlaşmazlığa kadar her şey tarafından ateşlenebilir. Ancak çoğu zaman öfke nöbetleri, ilgi odağı olarak onun yerini almakla tehdit eden her şeye karşı bir protestoydu. Klaus yüzyılın en büyük aktörlerinden biriydi ama aynı zamanda bir canavar ve büyük bir vebaydı. Her gün canavarı evcilleştirmenin yeni yollarını düşünmek zorunda kaldım.”
Kinski de Herzog’un kendisine olan yaklaşımının farkındaydı ve O da kendisine katlanabilen tek yönetmene karşı ilginç duygular besliyordu. Kendi otobiyografisinde: “Büyük kırmızı karıncalar onun gözlerine işemeli, ta**klarını yemeli, kıç deliğine girip bağırsaklarını yemeli” diye başlayıp “Vebayı kapmalı. Frengi, Sıtma, Sarıhumma, Cüzzam… Onun için en korkunç ölümleri diledikçe ve ona dünyanın pisliğiymiş gibi davrandıkça, ondan o kadar az kurtulabilirim.” sözleriyle bitirmişti cümlesini.
Spielberg, Schmoeller ve Daha Birçok Yönetmen…
Kinski’nin sorun yaşadığı tek yönetmen Herzog değil. David Schmoeller de Klaus Kinski ile çalışma şerefine erişebilmiş ve onunla sorun yaşamış yönetmenlerden biri. Tıpkı “My Best Fiend” belgeseli gibi 1999 yılında gösterilen “Please Kill Mr. Kinski” kısa belgeseli, Klaus Kinski’nin “Crawlspace” (1986) filminin setinde başta yönetmen olmak üzere herkesi nasıl canından bezdirdiğini komik bir dille anlatıyor. Steven Spielberg, Indiana Jones filminin ana cast’ı için Kinski’ye de önemli bir rol teklif etmiş, ancak oyuncudan “Bu senaryo insanı esneten, sıkıcı bir b*k yığını” cevabını almıştır. Aslında Kinski’nin hayatını deştikçe gözlerinize inanamadığınız daha birçok detay var, ancak ben bunlardan özellikle ailesi ile ilgili olanlarına bu yazıda yer vermek istemiyorum.
Kariyerindeki son filmi, yönetmenliğini de yaptığı tek film olan Paganini’dir. 1989 yılında gösterime giren film, hikâye, besteci ve virtüöz kemancı Niccolò Paganini’nin hayatını konu edinmiştir. Aslında Kinski filmi yönetmesi için defalarca kez Herzog’a teklif götürmüş, ancak Herzog her defasında bu senaryonun filme çekilemeyeceğini söyleyerek bu teklifi reddetmiştir. Kinski hakkına öğrendiğim en ilginç bilgilerden biri ise doğrudan ülkemizle alakalı. Aguirre filmindeki başarılı rolü ile uluslararası çapta daha çok tanınmaya başlamış olan Kinski, İtalya’da yaşayan bir Türk iş insanı olan Şakir Sözen’in yapımcılığını üstlendiği filmde rol almak için çeşitli yabancı sinemacılarla ülkemize gelmiştir. Ayhan Işık’ın da rol alacağı bu korku filminin çekimlerinin birçoğu Hidiv Kasrı’nda gerçekleşmiştir; ancak çekimler sırasında Kinski, “huylu huyundan vazgeçmez” atasözümüze nazire yaparcasına çeşitli sorunlarla yapım ekibini canından bezdirmiştir. Bu da yetmezmiş gibi bir gün yanına diğer İtalyan sinemacıları da alarak apar topar çekimler bitmeden ülkeden ayrılmıştır. Yani film tam olarak bitmeden ortada öylece kala kalmıştır. 1986’da Yılmaz Duru, İtalya’da görüştüğü Şakir Sözen’den tamamlanmamış filmin negatiflerini alabilmiş, tamamlayarak adını Ölümün Nefesi koyarak yurtdışına videokaset olarak satmıştır. Maalesef Ayhan Işık’ın ömrü bu filmlere izlemeye yetmemiştir. Bu son bilgiyi Kaya Özkaracalar’ın yazısından aldığımı belirtmeden geçmeyeyim.
Çılgın Bir Dâhinin Sonu
Bu çılgın ve çalkantılı hayat 23 Kasım 1991’de son bulmuştur. Kaderin bir cilvesi midir bilmem ama hakkında yazı yazdığım kişilerin o ay ya ölüm ya da doğum yıldönümleri oluyor. Kinski için de bu kaide bozulmadı. Dâhilik ve delilik arasında seyreyleyen hayatı boyunca arkasında yüzlerce uzun metraj film bırakan Kinski, aslında oynadığı her role kendinden bir şeyler katmakla kalmamış, o rollerden birçok şeyi de kişisel hayatına yerleştirmiştir.
Yazımı Kinski’ye ait olan bir sözle tamamlıyorum:
“Bir adam erdemlerine göre değil, düşkünlüklerine göre değerlendirilmelidir. Erdemler taklit edilebilir, ancak düşkünlükler gerçektir”