Michael Haneke 1942 yılında Münih’te dünyaya geldi. Viyana’da felsefe ve psikoloji eğitimini tamamladıktan sonra film eleştirmenliği ve televizyon kanalı editörlüğü yaptı. 70’li yıllarda kamera arkasına geçerek televizyon filmleri çekmeye başladı. 1989-1994 yılları arasında çektiği ‘Kent Üçlemesi’ serisi ile tanınmaya başlayan yönetmen; 1997 yılında vizyona giren ‘Funny Games’ filmi ile büyük ses getirdi (öyle ki Amerikan versiyonu da çekildi), 2000’li yıllarda çektiği Fransızca filmleriyle (Code Inconnu, La Pianiste, Cache) prestijli festivallerden ödüller topladı, Das weiße Band ve Amour filmleriyle de geç döneminde olağanüstü işlere imza attı ve ismini duyurmaya devam etti.
Biz bu yazımızda yönetmenin tarzını ve anlayışını mükemmel şekilde özetleyen Kent Üçlemesi’ni ele aldık. ‘Trilogie der emotionalen Vergletscherung’ serisi ülkemizde ‘Duygusal Buzlaşma Üçlemesi’ olarak biliniyor olsa da orijinal anlamına uygun, ‘Duygusal Buzullaşma Üçlemesi’ şeklinde çevirmek çok daha doğru olacaktır. Nitekim buzullaşma kavramı; karakterlerimizin dış dünyaya karşı sergiledikleri sessiz, duyarsız ve tepkisiz görüntülerinin ardında; uzun yıllar biriktirdikleri korku, öfke, suçluluk, hayal kırıklığı ve pişmanlık gibi güçlü duyguları nasıl maskelediklerini çok iyi bir şekilde karşılıyor. Haneke üç filminde de dönemin karmaşık ve karanlık siyasi atmosferini yansıtırken gerçek haber görüntüleri kullanıyor. Dünya’nın farklı coğrafyalarını sergileyen haberlerin ortak teması savaş, terör, şiddet, umutsuzluk ve kaygı. Yönetmen bu noktada vatanı ve yurttaşları üzerinden ağır bir özeleştiri yapıyor; savaş sonrası neslin şiddet ve haksızlık karşısındaki hissizliğini konu ediniyor. Üç filmde de provoke edici savaş ve terör haberleri televizyon vasıtasıyla evlere ulaşıyor; ancak karakterlerimizin gündelik hayatlarının önemli bir kısmını oluşturan ‘sıkıcı sessizliği’ doldurmaktan öte bir işleve sahip olamıyorlar. Belki de hayatlarını bir ‘görev’ olarak sürdüren ve toplumsal huzurun korunması adına duygularını bastıran, bu ‘makineleşmiş’ bedenlerin şiddet içeren başkaldırışlarını da bu yüzden anlayışla karşılamamızı bekliyor yönetmen.
Die siebente Kontinent (Yedinci Kıta, 1989)
Üçlemenin ilk filmi gerçek bir hikâyeye dayanmakla beraber, yönetmenin gelecekte yapacağı başarılı işlerin ilk sinyallerini veriyor. Üç yıla yayılan bir zaman diliminde, topluma örnek olabilecek bir ailenin hayattan kopuşuna ve yıkıma sürüklenişine tanıklık ediyoruz. Dışarıdan bakıldığında herhangi bir sorunu olmayan; hatta hayat kalitelerini arttıracak gelişmeler (babanın terfi alması gibi) yaşayan ailemizin, giderek daha soğuk ve anlamsız buldukları hayatlarını farklı bir boyuta taşıyacak ‘yolculuk’larına hazırlanma sürecini seyrediyoruz.
Yönetmen burada filme de adını veren ‘yedinci kıta’ yani sıcak ve renkli Avustralya imgesini kullanarak, karakterlerin içinde bulunduğu gri ve soğuk atmosferden kurtuluş umudunu yansıtıyor. İzleyici bu çarpıcı yolculuğa tanık olurken birçok soru ile yüzleşiyor; ‘İnsan nasıl özgürleşir?’, ‘Mülkiyetinden, dünyevi zevklerinden ve geçmişinden vazgeçebilir mi?’, ‘Bizi gerçekten ne rahatsız ediyor; olayları yargılarken ve şiddete tepki verirken yeterince adil davranıyor muyuz?’, ‘Aile olmak bir kader birliğini de beraberinde getirir mi veya gerektirir mi?’ Yönetmen bu sorulara kendi cevaplarını sunarken izleyiciyi dehşete düşürmekten geri kalmıyor ve rahatsız edici tarzından ödün vermiyor.
Benny’s Video (Benny’nin Videosu, 1992)
Serinin ikinci filmi yine bir aileyi konu ediniyor, ancak bu sefer dengeler çok farklı. İlk filmde fikir birliğiyle hareket eden ailemizin aksine, bu film aykırı baş karakterimiz Benny’nin kararları ve eylemleri çerçevesinde şekilleniyor. Ailesinin ihmal ettiği 14 yaşındaki Benny, gününün çoğunu kamerası ile çektiği görüntüleri izleyerek geçirir ve izledikleri gerçeklik algısını köreltmeye başlar. İşler öyle bir noktaya gelir ki; onun için yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi geçmek, kumandadaki ileri-geri oynatma tuşuna basmak kadar kolaydır.
Benny’nin sorumsuzluğunu ve duyarsızlığını sindirmekte zorlanan seyirci, asıl şoku anne ve babanın da olaylara dahil olması ile yaşayacaktır. ‘Ekranlarda sürekli şiddet, ölüm, fakirlik ve terör haberlerini görmeye alışmış ve bunu normalleştirmiş bir toplumun gerekli duygusal desteği almadan büyüyen bireyleri yaptığı eylemden sorumlu tutulabilir mi?’, ‘Kötülük bu kadar kolay sıradanlaştırılıp, örtbas edilebilir mi?’, ‘Aile kavramı tüm etik ve ahlaki değerlerden üstün müdür?’ Yönetmen bu sorulara cevap ararken, video kasetler üzerinden hikâyeyi şekillendirirken ve Arno Frisch’in uzaktan kumandaya hükmetmesine izin verirken yıllar sonra vizyona girecek Cache ve Funny Games filmlerine göz kırpıyor.
71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası, 1994)
Üçlemenin son filmi isminden de anlaşılacağı gibi 71 sekanstan oluşuyor ve bu sekanslar bizi filmin finalinde yaşanacak büyük olaya adım adım yaklaştırıyor. Serinin diğer filmlerinde olduğu gibi televizyonlar durmaksızın savaş ve terör haberleri ile yankılanırken; şiddetin normalleştirilmesi ve kanıksanması bireylerin ruhlarında onarılamaz yaralar açıyor. Yalnızlık, iletişimsizlik ve yabancılaşmayı konu edinen film, birbirinden farklı karakterlerin ve hayatların ekseninde ilerliyor: Savaştan kaçan bir çocuk, yaşamının son demlerinde kızıyla iletişim kurmaya çalışan bir baba, evlatlık çocuk arayışında bir çift, sorunlu bir evliliğe sahip bir eş ve hayatının anlamını yitirdiğine inanan genç bir üniversite öğrencisi.
Filmin finalindeki olayı benzincide çalışan adamın yorumları eşliğinde değerlendirirken, yönetmen asıl sorumluyu izleyicinin belirlemesini istiyor. Olayları bu noktaya getiren sıkışmışlık hissini ve bireyler üzerinde yarattığı buhranı yaşananlar için sorumlu tutabiliriz, yönetmenin seri boyunca işaret ettiği medyanın da süreçte katkısı büyük. Ancak asıl unutulmaması gereken, mekanikleşen insanın duygularını paylaşma ihtiyacını ikinci plana atmaması ve bireylerin birbirine gereken anlayış ve empatiyi göstermesinin gerekliliğidir.