Llewyn Davis (Oscar Isaac) biraz uyumak ve ısınmak istiyor. En az Paris’teki Van Gogh kadar yorgun. İnsanların kanepelerinde yatıp kalkıyor, yoksulluktan kadife ceketini ağzına kadar çekiyor, dağınık saçları gözlerinin önüne düşüyor, uzun metro yolculuklarında dalıp gidiyor, içkiyi fazla kaçırdığında ağzına geleni sayıyor, eski ortağı Mike her hatırlatıldığında öfkesine yeniliyor. Yarıya kadar inmiş göz kapakları bir kaybın yasını tutuyor. Ama daha fazlasına imkân yok. Şarkı söylemek lazım. Geçinebilmek, hayatta kalabilmek için.
Coen Kardeşler’e Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü getiren Inside Llewyn Davis Türkçeye “Sen Şarkılarını Söyle” adıyla çevrilmiş. Daha iyisi düşünülemezdi. Çünkü Llewyn’in neredeyse tek becerebildiği şey şarkı söylemek. Şarkı söyleyemediği zamanlarda batırıyor işleri. Ancak bir şarkıya başladığında varlığı anlam kazanıyor. Babası, ablası gibi ‘sıradan’ bir işe sahip olup ‘öylesine yaşamak’ istemiyor. Fakat unutkanlığı, ortağının yokluğunda altüst olan kariyeri, evsizliği, uykusuzluğu, yorgunluğu, yüzünde melankoliklere özgü o Aias gülümsemesiyle herkesten daha fazla ‘öylesine’ yaşıyor.
1961 New York’unun kışında, dönemin parlamaya çalışan müzisyenlerinin boy gösterdiği Greenwich’deki meşhur Gaslight Kafe’de Llewyn şarkısını söylerken açılıyor film. “Şu mezarda uzun süre yatma işi olmasaydı, beni asmanızın mahzuru yok,” diyor bütün vazgeçmişliğiyle. Salondan alkışlar yükselirken, arkada Llewyn’i görmek isteyen biri var. Tanımadığı bu fötr şapkalı adam tarafından sebebini bilemediğimiz bir şekilde dövüldükten sonra onun sonsuza dek lanetli Sisifos gibi asla erişemeyeceği bir zirveye tırmanış söylenisi başlar. Zaman biraz geri gider ve Llewyn boş bir evde uyanır. Yüksek çevreden dostları Gorfein çiftinin evi. Llewyn yalnızca bu eve misafir olduğunda temiz uyku çekebiliyor. İki yumurta kırıp yiyebileceği tek yer de burası. Henüz başına ne geldiğini bilmediğimiz ortağı Mike’la çıkardıkları plağı buluyor rafların arasında. Kapakta “Kanatlarım olsaydı,” yazıyor. “Nuh’un güvercini gibi… Uçarak nehri geçerdim sevdiğime doğru…” Ev sahiplerine ‘kanepe’ için teşekkür notunun ardından yola koyulacakken eskaza evin turuncu kedisi ekleniyor yanına.
Bu defa Gaslight’taki sahnede bir karı-koca, Jean (Carey Mulligan) ile Jim (Justin Timberlake) var. Bilmeden Llewyn’i şarkı yapmış söylüyorlar sanki.
“Beş yüz kilometre ötedeyim evimden
Sırtımda bir gömlek yok
Cebimde ise beş kuruş
Tanrım, bu halde dönemem ki evime!“
Sarı saçlarına gönül bağladığımız Carey Mulligan güzelliği bu defa beyaz tenine dökülen siyah kakülüyle ışıldıyor. Llewyn’in arada sırada tünediği kanepelerden biri de ona ait. Kocası Jim’i aldattığı için değil de, aldattığı kişinin Llewyn olmasından dolayı pişman sanki. Küfür kıyamet ‘zavallı adamı’ yerin dibine sokuyor. Acaba ne yapmış olabilir de Jean ona, “her zaman bir kondomun içinde dolaşmalısın göt herif” bile diyor. Filmin başındaki dayak gibi bunun nedenini de Llewyn’i biraz daha yakından tanıyarak öğreneceğiz. Artık buradan sonrası spoiler.
“Uyku, biraz uyku… Bütün isteğim buydu.”
Coen’ler bu yorgun ve melankolik kahramanları Llewyn’in üzerine acımasızca yükleniyorlar. Örneğin ilk aşamada kendilerinden beklediğimiz gibi Llewyn’i trajikomik bir cinayetin katili ya da kurbanı yapmıyorlar ama en ufak hatasını bile yanına bırakmıyorlar. Kediyi kaçırmak, ablasına kutuyu attırmak, gitar çaldığı trio’dan alacağı kâr payından vazgeçmek, sahnedeki kadına sataşmak, kondomu deldirmek gibi hataların tümünü misliyle ödüyor. Aslında birçok şeyin kötü gitmesi, tek bir şeyin kötü gitmesinden daha hafiftir. İşte Llewyn Davis bir dereceden sonra bu boyuta geçer. Yüzündeki aldırışsız ifade de, öylesine yaşamak diye küçümsediği babadan kalma denizcilik işine dönmeye çalışmak da, sürpriz çocuğunun yaşadığı yerin tabelasını görüp içeri girememek de hep bu ‘yığılmışlığın’ sonucu.
Oturup bir köşede yasını tutmasına, depresyon hırkasına sarılmasına fırsat yok. Kadife ceketinin üzerine giyeceği paltosu bile yok. Yorgunluk sanıyor halini. “Biraz uyusam hepsi geçer dedim ama geçmedi” diyor. Paris’teki Van Gogh’un melankolisini paylaşıyor: “Yorgunsak eğer, bu daha önceden çok uzun bir yolu yürüdüğümüzden değil midir? Ve insanın yeryüzünde verilecek bir savaşı olduğu doğruysa, o bezginlik duygusu ve başın yanıp tutuşması, uzun süredir mücadele ettiğimizin bir göstergesi değil midir?”
Llewyn, Gorfein’ların evine tekrar döndüğünde nihayet sıcak bir akşam yemeği onu bekliyor. Sofrada Lilian Gorfein’ın nefis musakkası ve akademisyenler var. Uzmanlık alanları müzik. Kibirle iğneleyip durdukları Llewyn’den şarkı istiyorlar. İlk sahnelerde gördüğümüz plaktaki şarkıyı seçiyor. Mike’ın bölümüne gelince Lilian da eşlik etmek istiyor. Uykusuzluktan göz kapakları ağırlaşmış adam birden köpürüyor. Çünkü melankoliklerde ani öfke ve saldırganlık, üzüntüyü ve korkuyu bastırıyor (Rütten, Thomas). Yemeğin ortasında hepsini kalaylıyor. “Ben size Mezo-Amerika ya da o Kolomb öncesi boklar üzerine ders veriyor muyum, bu benim işim!” diyor. Musakkayı ve günlerdir aradığı uyku fırsatını tepiyor. Filmi ‘bu coğrafyadan’ izleyince ister istemez bir MFÖ şarkısı dönmeye başlıyor kafada: “biraz duygu, biraz uyku, bütün isteğim buydu.”
Her an her şeye dönüşebilecek bir hiçbir şey
Akıp giden hikâye ne denli Wim Wenders filminin içindeymiş gibi şiirsel ve dramatik dursa da, imzanın Coen’lere ait olduğunu unutmak bir an bile mümkün değil. Amelie’den çok net hatırladığımız Bruno Delbonnel’in Fransız estetiğini damıttığı buz grili sinematografisi içinde, her an her şeye dönüşebilecek bir hiçbir şey seyrediyoruz. Yolunun bir noktada kesiştiği herkes tuhaf ve sinirlere oynuyor. Bunun tek istisnası Jim. ‘Ekmeğinde’ denebilir onun için. Jean’e ve işine sımsıkı bağlı, ruhu duymadan aldatılıyor, az kalsın Llewyn’in hamile bıraktığı karısının kürtaj parasını verecek. Mr. Kennedy şarkısında ortaya çıkan Al Cody rolünde Adam Driver (henüz gerçek hayatta da pek meşhur değil), insanları becermekle ilgili esprilere bayılan Gaslight sahibi, Llewyn’e boş gözlerle “bomboş değilsin” diyen Şikagolu menajer, huzurevinde oğlu bütün samimiyetiyle şarkısını sunarken altına kaçıran baba…
Hepsinin ortasından adeta kocaman bir Fargo geçiyor. Ama en çok Şikago yolculuğunda Roland Turner’ın (John Goodman) kinayeli tok sesini duyunca, ‘bu bir Coen filmi’ yazar sanki. Yolculuk boyunca tırmanan ofansif mizahlı gerilim, her an üzerinden ayrı bir film konusu çıkabilecek gizemli şoför Johny Five (Garret Hedlund), ikide bir Llewyn’in omuzuna inip kalkan baston, Turner’ın sınır tanımaz patavatsızlığı eliyle Mike’ın George Washington Köprüsü’nden atladığını öğrenmek, ikinci öfke patlaması, mola sırasındaki bir dizi absürtlük ve Llewyn’in işerken gözüne ilişen tuvalet duvarı yazısı (ne yapıyorsun?), bitişik klozette şırıngayla George Washington Köprüsü’nden atlamaya çalışan Turner, gökten zembille inen devriye baskını… Ölüm gibi bir şeyler olur biter bu yolculukta ama kimse ölmez. Otostopla varış noktasına ulaşan Llewyn’in kar çekmiş mokasen ayakkabılarını bir lokantada kahve içerken kimselere belli etmeden çıkarıp ayaklarını ısıtmaya çalışması filmi tek karede özetler. “Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil/Ayaklarımdan belli” diyen şaire ilaveten ayakkabıları da yorgunluğun bir resmidir artık.
Eve dönen kedinin adı Ulysses çıkar. Fakat Llewyn’den bir Dedalus çıkmaz. En azından Coen kurgusu buna izin vermez. Kilometrelerce yorulsa da az biraz talih gerekir insana, Llewyn’de olmayan. Jean kürtaj gününü bile hatırlamayan bu adama son bir sahne ayarlayarak onu hâlâ sevdiğini ele verir. The Times gözlemcisinin de katılacağı o akşam talih folk şarkıcılardan birine gülecektir. Ancak ne var ki, filmin başına döndüğümüz Gaslight’ta Llewyn son şarkılarını genç Bob Dylan’dan hemen önce söylemiştir. Dylan’a şöhreti getirecek Farewell başladığında, Llewyn de hak ettiği bir dayağı yemeye gitmektedir. Fötr şapkalı adamı taşıyan taksinin ardından “yine görüşeceğiz” diye seslenirken, Sisifos yazgısını kabullenip kayasını itelemeye devam edeceği anlaşılır. Öylesine yaşamakla suçladığı insanların içinden şarkılarını söyleyip sessizce geçecek gibidir.