Bu Çevre Günü’nde iklim krizine ilişkin haberler maalesef bizi mutlu edecek türden değil. İklim kriziyle birlikte dünyanın sıcaklığı insanların ve doğanın adapte olabileceğinden çok daha hızlı şekilde ısınmakta, habitat alanlarının tahribatı ve krizin diğer etkileri sebebiyle 1 milyon türün yok olacağı tahmin edilmekte ve kirlilik oranları azalmanın aksine pandemi sonrası toparlanma niyetiyle tüm hızıyla devam sürmekte. Neyseki özel jetleri ve konvoy halindeki araçlarıyla 24 Mayıs günü Davos’ta toplanan dünya liderleri, greenwashing ile imaj değişikliğine giden markalar eşliğinde küresel krizlerimize ilişkin uzun ve ucu açık metinlerini prompterlardan okuyacaklar.
Biz bugün bir yandan kağıt piperlerimiz, termoslarımız ve kumaş torbalarımız ile bireysel çevreci çabalarımıza devam ederken bir yandan da tüm bu krizin ve daha nicesinin çözümü için kolektif bir çaba gerektirdiğini vurgulamak adına birbirimize ne kadar bağlı olduğumuza odaklanmak istedik. Bu sebeple de bu listemizde hava, toprak, su, ateş ve de tahta (çünkü neden olmasın) alanından birer belgesel paylaşmak istedik. İzlerken göreceğiniz gibi nasıl ki bu alanlar ayrı olmalarına rağmen bütünün parçalarıysa bizler de dünya ekosisteminin birer parçasıyız. Bu sistemin sürdürülebilir olmasını sağlamak veya yok oluşuna ön ayak olmak ise tamamen insanlığımıza bağlı. Bu fikirler üzerine düşünmenizi sağlayacak belgeseller ile şimdiden keyifli okumalar.
Unbreathable: The Fight For Healthy Air (2020)
Her gün yaklaşık 20 bin kez nefes alıp veriyoruz ve 2018 Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada her 10 kişisen 9’u kirli hava soluyor. Kirli havanın alzheimer, kanser, kalp rahatsızlıkları, astım gibi hastalıkların yanı sıra birçok fizyolojik ve psikolojik hastalığın da ya temel sebebi ya da tetikleyicisi olduğunu bu bilgilere eklediğimizde hava kalitesinin bireysel ve toplumsal ölçekte ne kadar önemli bir konu olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Hatta havanın diğer elementlere göre çok daha kolay ve serbest şekilde hareket edebildiğini düşündüğümüzde 2015 yılında Beijing’d hava kirliliği okulların dahi ara verilmesine sebep olacak seviyeye ulaşıp ilk kırmızı alarm verildiğinde aslında tüm dünya için kırmızı alarm da verilmiş oldu diyebiliriz.
Peki nefes almayı kesemeyeceğimize ve kirli havadan da kaçamayacağımıza göre nasıl bir çözüm uygulayabiliriz? Tabiki çevre sağlığı konusunda yasalar çıkartarak. Fakat yalnızca yasa koymak yetmiyor ve Unbreathable, 1970’te Amerika’da Kabul edilen fakat uygulama konusunda düşünüldüğü kadar başarılı olunmayan Clean Air Act (Temiz Hava Yasası)’nın seyrini izleyenlerle paylaşarak bunu gözler önüne seriyor. Ödüllü film yapımcısı Maggie Bunette Stogner ve yapımcı Elizabeth Herzfeldt Kamprath’ın 30 dakikalık bu belgeseli bir kere daha temiz hava solumanın insani bir hak olduğunu hatırlamızı sağlıyor. Unbreathable’a ek olarak yasaların ne kadar etkili olduğunu merak edenler de DW’nin 2019 yapımı Clean Air – A Human Act’e bir göz atıp yaklaşık otuz yıl önce Hindistan kadar kötü olan Almanya’nın hava raporunun sıkı ve kontrollü çevre yasaları sayesinde bugünkü yaşanabilir ve temiz denebilir düzeye gelişini izleyebilirler.
Kiss The Ground (2020)
Gıda krizi aslında biliminsanları tarafından uzun sürelerdir üzerinde düşünülen bir sorun. Hatta 18 Mayıs 2022 tarihli Financial Times yazısına göre gıda krizi konusundaki endişeler, enerji krizi konusundaki endişelerin önüne geçmiş bulunmakta. Buna rağmen kimi ülkeler (!) inanılmaz hızlı bir şekilde tarım ve orman arazilerini imara açmaya devam ederken, kimisi de küresel büyükbaş hayvancılık talebini karşılamak adına aynı yöntemi tercih ediyor. Tarım arazilerinin tahribatı küresel ölçekte hızla devam ederken iklim krizi ile birlikte ele alınması gereken gıda krizi konusunda sorular ise baki: Nesilleri doyurmak için yeterli ve verimli tarım arazisine sahip miyiz? Bunları doğru şekilde suluyor ve kullanıyor muyuz? Kimyasal kullanmadan ürün yetiştirme konusunda ne kadar bilgili ve istekliyiz? Bu konudaki yenilikçi fikirlerden haberdar mıyız? Bu soruları yalnızca üretici olarak değil tüketici olarak da soruyor olmamız arz-talep döngüsündeki adımların daha sürdürülebilir olması için oldukça önemli.
Cevabını öğrenmek isteyenler için ise Kiss the Ground inanılmaz başlangıç noktası bunuyor. Woody Harrelson tarafından seslendirilen bu belgeselde toprakların yenilenmesi yoluyla rayından çıktığını bildiğimiz iklimi dengeleme, herkese yetecek kadar gıda üretimi yapabilme ve de kaybettiğimiz ekosistemleri geri getirme imkanımız olduğunu izlemek karamsar bünyelere ilaç gibi gelecektir. Grafiklerle ve görsellerle desteklenen belgeselin farkındalık oluşturmamızı sağladığı rejeneratif tarım, yalnızca tarım ile uğraşanların değil; okul çağındaki bireylerin de öğrenmesi ve sürdülebilir bir gelecek için desteklemesi gereken bir uygulama şekli. Verdiği bilgiler ve gıda krizinin çözümü konusunda sunduğu çözümler ile Kiss the Ground kaçırılmaması gereken bir belgesel.
Ayrıca Amerika özelinde anlatıma sahip olan Kiss the Ground’dan sonra ülkemizde bu tür konularda neler yapıldığını merak edenler için Ali Rıza Ersoy’un Urla Barbaros Köyü’ndeki çalışmalarını anlattığı TEDx konuşmasını izlemelerini tavsiye ederim.
A Plastic Ocean (2016)
1950’lerde seri şekilde üretildiği yıllarda hayat kurtarıcı addedilen ve tek kullanımlık oluşu ile pratik bir yaşam sunan plastiğin günümüzde ne denli çevre sorunu oluşturacağı anlaşılmış değildi. Sanılanın aksine ürettiğimiz plastik türlerinin hepsi geri dönüşüme uygun da değil. Mesela Columbia Climate School’un 2017 verilerine göre 2014 yılında yalnızca Amerika’da 33.6 milyon ton plastik üretimi gerçekleşmişken, bunların sadece yüzde dokuz buçuğu geri dönüştürülmüştür.
Bu verilere bakıldığında Pasifik Okyanusu’nun California ve Hawaii’nin açıklarında yer aldığı belirtilen plastik adasının namı diğer “Sekizinci Kıta”nın varlığı şaşırtıcı gelmiyor. Ancak 8 yaşında National Geographic dersiginde mavi balina fotoğrafı görüp öylesine büyük bir canlının dünya üzerindeki varlığı düşüncesi ile büyülenen Craig Leeson, 40 yıl sonra ekibi ile Hint Okyanusu’nun Sri Lanka açıklarında mavi balina ile beraber plastik atıkları ve motor yağı izlerine denk geldiğinde böyle bir ada ihtimalinin farkında değildik. Belgeselin çekildiği dönemde bahsedilen lokasyonda ticari balıkçığın yasaklanmış olması ve herhangi bir yük gemisinin güzergahı dahilinde bulunulmaması ekibin yaşadığı şaşkınlığı daha da ileri seviyeye taşımış. Bu durumun etkisi ile Plastic Ocean’ın 4 yıllık araştırma süreci başlamış oluyor.
Belgesel boyunca deniz canlılara ve habitatlarına verdiğimiz zararı izlemek hassas bünyelere ağır gelebilirken bir yandan da Everest’in zirvesinden okyanusların ışık görmeyen karanlık diplerine kadar plastik atık parçalarına denk gelişimizin sorumluluğunu üstlenip değişim için harekete geçme dürtüsü de sağlama ihtimalini taşımakta. Bilinçli karar almaktansa duruma kayıtsız kalmak ise insan kanında dahi rastlanılan plastiğin geleceğimizi yok edişine kayıtız kalmakla eş anlamlı.
Burning (2021)
2021’de Türkiye belki de tarihinde eşine az rastlanır bir yangın ile mücadele krizi yaşadı. Yalnızca bir yıl içinde 299 tane yangın noktası ve akabinde söndürme çalışması gerektiren bu krize karşı çaresizlik inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Bunun nedenleri ve nasılları farklı açılardan iredelenebilir. Ancak bu yazının konusu dolayısıyla krizi iklim krizi olarak ele alabiliriz. Bunu yaptığımızda da aynı yıl yalnızca California’da 2948 orman yangını çıktığını (2020’de bu sayı 2504’müş), Yunanistan, Sibirya ve Kanada’dan da oldukça endişe verici haberler geldiğini görebiliriz.
Yangınlar sebebiyle zararlı gazların havaya salındığını ve tahrip olan ormanlık alanların dünyadaki karbon emilimini azaltacağı düşündüğümüzde orman yangınlarının lokal değil global etkiye sahip olduğu; dolayısıyla global bir farkındalık ve işbirliği gerektirdiğini anlamak zor olmayacaktır. Nitekim Burning’in konusu olan ve tüm dünyanın yardım teklifinde bulunduğu, uğrunda 17 milyon dollar yardım toplanan 2020 Avustralya orman yangınları bunun en büyük örneğidir.
Oscar ve Emmy ödüllü Eva Orner’ın yönettiği, Cate Blanchett’in yapımcılığını üstlendiği Burning, bir yandan Avustralya’nın Black Summer’ı olarak bilinen felaketin üstesinden gelme çabalarını aktarırken bir yandan da bu noktaya nasıl gelindiğini siyasi ve iklimsel yönlerden ele almakta. Anlaşılır bir şekilde gelecek konusunda pozitif tondan yoksun olan Burning’i çarpıcı yapan şey Avusturalya hükümetinin aldığı (veya almadığı) kararların ceremesi çeken insanların ve hayvanların hayatta kalma mücadelesini görmekti. Yangın alanlarındaki sahneleri izlerken belgeselde yer alan en önemli cümleye hak vermemek elde değil: Trajik olan felaketin kendisi değil; yaşanacağını bile bile önlem alınmamış olması. İklim krizi de bu şekilde şu anki haline gelmedi mi?
Wood (2020)
Romanya’nın Avrupa’nın en büyük ortamına ev sahipliği yaptığını, bu ormanın ılıman iklim kuşağında yer alan son bakir orman olduğunu ve de her sene burada Bükreş büyüklüğünde alanın illegal şekilde yok edilmekte. Politikacıların ve büyük şirketlerin kilit parçalar olduğu bu durum Romanya’da o kadar kötü halde ki yerel halk hızlı ve geri dönülemez bu tahribat ile ilgili yetkililere değil konu ile ilgilenen aktivistlere başvurmakta çareyi bulmuş görünüyor. İşte bu noktada devreye Alexander von Bismarck önderliğindeki Çevre Araştırma Kurumu (EIA) ve Wood’un çekim ekibi devreye giriyor.
Wood; Bismarck, kimliğini gizleyip bir alıcıymış gibi ahşap sektörüne sızarken, Avusturyalı Schweighofer grubu gibi orman mafyasıyla işbirliği yapan şirketlerin kapital kazançlar için çevreyi hiçe sayıp yasal kesim sınırı aşmaya dünden razı oluşlarına şahitlik ediyor. Kesilen ağaçların Çin’e, oradan da Amerikan Lamber Liquidators’a varışına kadar uzanan büyük ve pürüzsüz yolsuzluk ağına şahitlik etmek ise izleyici için olay “sadece makul fiyatlı parke istemiştim” in ne kadar karmaşık olabileceğini gözler önüne seriyor. Romanya’nın yanı sıra Sibirya’daki tayga ve Peru’daki tropik ormanların da tahribatına da değinen Wood’un yönetmenleri Michaela Kirst, Monica Lazurean-Gorgan ve Ebba Sinzinger’ın amacı ise yalnızca suçluları ifşa etmek değil; siyasi ve sivil bilincin değişmesini sağlayarak yeni bir küresel tüketim talebinin oluşmasına ön ayak olmak.