Filmin ortasında birdenbire her şey durur. Elinde fincan kendisine kahve dolduracakken sevgilisine de teklif eden adam durur, az sonra yapılacak önemli konuşmaya gebe zaman durur, donuk hislerle yaşadığını düşünen kadın donmuş zamanın içinden geçip Oslo sokaklarında koşmaya başlar. Hepsi de hayatının bir anında “dünyanın en kötü insanı” olma potansiyeli taşıyan “durmuş” kişilerin arasından yüzünde saf bir gülümsemeyle geçer. Hiçbir şeyin sonunu getiremediği, bir şeyden başka bir şeye atlarken her altı ayda bir çöküp kaldığı hayatın durmasıyla ruhunda titreşen özgürlüğün gülümsemesidir bu. Göğsüne yerleşen acı ve hayatta ne olmak istediği kaygısından kurtulabilse ayaklarının onu istediği her yere götürebilecek güçte olduğunu bilmenin hafifliği. Ama “asıl kaygı,” der Kierkegaard, “özgürlüğün verdiği baş dönmesidir.”
Yazıya filmin yıllandıkça kültleşecek sahnesiyle başlamak kaçınılmazdı. Joachim Trier, senarist Eskil Vogt’la birlikte yazdığı Verdens Verste Menneske (Dünyanın En Kötü İnsanı) ile ilk filmin üzerinden geçen on beş yıl sonra üçlemeyi zirvede tamamlıyorlar. Şimdiye kadar ki yaptıklarının en iyisi olan Oslo, 31 August’ın da üzerine çıkan film, başlıkları ve mizansenleri özenle seçilmiş 12 bölümün yanı sıra bir prologdan (öndeyiş) ve epilogdan (sondeyiş) oluşuyor. Ayrıca yazının bu paragraftan sonra ele alacağı kısımlar için buraya bir spoiler çizgisi çekelim.
Julie ve Aksel
Trier, Oslo, 31 August’da küçük bir rol verdiği Renate Reinsve’nin üzerine anlatısını kuruyor. On senedir izlediği Renate için bu rolü yazdığını söylemiş bir röportajında. Renate yüz çizgileri ve kakülüyle fena halde Dakota Johnson’ı hatırlatıyor. Renate’nin canlandırdığı Julie’yse, bir erkeğin onu hayatının tam ortasına koyduktan sonra orada duramayan tüm kadınları hatırlatıyor. Julie’nin bir kokteylde sıkılıp terasta sigaraya çıktığı düşünceli bir kareyle açılıyor film. Ardından gelen prologda onun bir çırpıda değişebilen kararlarını ve bu yeni tercihlere çabucak kendini adapte edebilen mizacını tanıyoruz. Her seçimin ardından yatağını bulmuş bir su gibi içinin ferahladığını görüyoruz. Ama yazının başındaki Kierkegaard alıntısı günün sonunda kaygının evrilerek devam edişini özetler gibi.
Julie daldan dala atlıyor, tıp eğitiminden psikolojiye geçiyor, sonra görsel bir beyne sahip olduğunu fark edip fotoğrafçılık kursuna yazılıyor. Üniversitedeki profesörle ve fotoğraf çekimindeki mankenle hızlı ilişkilere giriyor. Derken bir partide tanıştığı çizgiromancı Aksel’den etkileniyor. Aksel (Anders Danielsen Lie), yönetmenin filmografisinden çok aşina olduğumuz bir yüz. Anders yaş aldıkça Trier onun üzerinden insanın farklı yaş dönemlerinde değişen duygudurumlarını hikâyelerinde işliyor. Hatta “Oslo değişiyor, Anders yaşlanıyor, belki dördüncü filmi de yaparız” diye duyurmuş bir söyleşide.
Anders, modern Le Fue Follet uyarlaması Oslo, 31 August’daki çökkün adam rolünden farklı olarak burada severek yaptığı bir işi olan Aksel rolünde karşımıza çıkıyor. Bizdeki Kötü Kedi Şerafettin tadında bir kurgu kahramanı edepsiz kedi Vaşak’ın maceralarını yazıp çiziyor. Ne istediğini ve bu hayatta neyle oyalanıp gideceğini bulmuş biri. Julie’den on yılı aşkın büyük, kırklı yaşlarında. Oradan oraya sürüklenecek vakti olmayan kimselerden. Düzenli evinde çizim masasının başına geçiyor, son ses hard rock açtığı kulaklıklarını takıyor, Julie’nin filmin yalnızca birkaç dakikasında durdurabildiği dünyayı oturduğu yerden yazarak ve çizerek durdurabiliyor. Julie ona bir gün “keşke sende olan bende olsaydı” itirafını yapacak. “Aslında yapmam gereken bir şeyi mi yapıyorum diye şüphe duymadan çizebilme becerisi” onun için tatlı bir hayal. Julie’nin gözünde Aksel kendinin aksine, gerçek benliğini aşıp olmak istediği benliğe geçebilmiş olgunlukta. Belki kestirme bir yol bulduğunu düşünüyor.
Onu itecek, cesaretlendirecek, noksan olanı tamamlayacak bir koltuk değneği gibi sarılıyor. Böylelikle artık sabitlenecek, gerçekten yapmayı istediği şeyi bulmasına ve olmak istediği kişiye dönüşmesine “el atacak” bir rol biçiyor ona. Ama Aksel hayattaki acı limitini tüketmiş biri gibi temkinli. Yine de Julie’nin o çökkün halinin bile büyüsünün farkında. Körlemesine büyüye kapılıp giden insanların hüsranını tanıyor. O yüzden başlamadan bitsin istiyor. Yaş farkı diyor, kendini bulmak için bana değil zamana ihtiyacın var diyor, Eurydike’ye dönüp bakmaya korkan Orpheus gibi yüreği titreyerek artık görüşmeyelim diyor. Ama Julie büyüsündeki kadınlar bu sözleri hayatta pek duymazlar. Onları durdurmak bir yana, son sürat ilerlerken bu kırmızı ışık çakabilen adamlara koşmak için önlerinde bir engel kalmadığına karar verirler. Aksel’in titrek sesi, Julie’nin kimle olacağını bilememek kararsızlığını bıçak gibi keser. Merdivenlerden dönüp Aksel’in dudaklarına yapıştığı an, iki kişilik yalnızlıklarının da başladığı andır.
Otuz yaşında ölmediğimiz için mi bunca tantana?
Julie otuz yaşına basmak üzere, Julie otuz yaşına basıyor, Julie’nin anne evinde kutlanan otuzuncu yaş günü… Filmde Julie’nin otuz yaşına geçişinin lafı bolca edilmiş. Hatta doğum gününde Julie’nin üst soyundaki kadınların otuz yaşındayken ne durumda oldukları eski fotoğraflarla anlatılır. Sekansın sonu otuz yaşını göremeden ölen bilmem kaç kuşak öncesi bir anneannesinin mezar taşıyla kapanır. Kadınların ortalama yaşam süresinin otuz beş yıl olduğu bir çağda yaşamıştır. Julie’nin ve otuz yaşın bütün endişelerini, ihtimallerini, pişmanlıklarını taşıyan uğultu bir anda kesilir. Otuz yaşında ölmediğimiz için mi bunca tantana? diye sordurur mezar taşı.
Filmin adı, Julie’nin kendini küçümsemesinden ileri gelen bir ironiyle dolayımlanıyor. Başladığı bir şeyi bitirmeden diğerine heveslenen, aradığı tutkuyu hiçbir işte bulamayan, Aksel’in de dediği gibi işler karışınca arkasında kırık kalpler bırakmaktan çekinmeyen bir sinizmle gelmiştir otuzuna. Filmin ortasındaki koşunun varacağı yer de bellidir. Yüzündeki bütün o iyimser, umutlu sırıtışa rağmen bulduğunu sandığı şey bir baş dönmesinden ibarettir. Zamanın durduğu sahneden sonra Aksel’e konuşmak istediğini söylediğinde, her ayrılık açıklamasında tekrarlanan klişeleri artık sevmediği adamın yüzüne ezberlenmiş gibi sıralar. Bir başkası mı var sorusunu tabii ki inkârla geçiştirir. İlk sıradaki gerçeği söyleyemediği için, gerçekliği şüpheli bir dizi gerekçeyi göz yaşlarıyla dramatize ederek aralarındaki ilişkinin bittiğini söyler. Ona istediği çocuğu da verebilecek, ayakları yere basan birini bulmasını diler.
Aksel bu noktada gitmek isteyeni hiçbir sözün ya da çabanın engelleyemeyeceğini bildiği için önce kabullenmiş gözükse de, hayatının ortasına koyduğu kadını kaybedeceğini anlayan bütün erkekler gibi son çırpınışlarını yapar. Ondan çocuk istediği için ayrıldığına bir an inanmışçasına, çocuksuz devam edebilecekleri bir ilişkinin teminatını da verip bütün klişeleri tamamlar. Hatta, bir gün pişman olacaksın da der. Sanki hayatı pişmanlıklarla geçen insanın o an bilincinde bunun birini daha belirsiz bir zaman diliminde bir kez daha göğüsleyecek olmasının şimdiden bir uyarımı olacakmış gibi. Julie, “konuşabilir miyiz?” dediğinde çoktan gitmiş ve ödeyebileceği her bedeli göze almıştır zaten. Bu sahnede klişeyi bozan tek sürpriz giderayak yapılan şehvetli bir sekstir. Klişe dışına çıkan ama olayın doğasının gerçekliğiyle uyumsuz düşen sahne hikâyenin belki tek falsosudur.
Julie ve Elvind
Gelelim filmin en sık paylaşılan afişinde Julie’nin sigara dumanıyla seviştiği adama, Elvind’e (Herbert Nordrum). Julie, Aksel’in yeni kitabının lansmanından sıkılıp (ki o sıralar Aksel’in sıkılmadığı bir şeyi yok) yürüyüşe çıkar. Bir kapının önünde bekleşenlerden sigara ister, kimseyi tanımadığı bir partiye sızar, yarım yamalak tıp bilgisini sattığı ayaküstü diyaloglara girer ve o sırada göz göze geldiği Elvind’le flörtleşmeye başlar. İç gıdıklayan bu romantik ve komik sahneler filme Woody Allen tarzı bir sevimlilik katar. Sansasyonel koşu sahnesinden sonraki bölümde Aksel’i unutup bu yeni ilişkiyi izleriz. Elvind oldukça sıradan, basit biri. Julie gibi bir karakterin böyle Tinder’dan kaydırarak bulunacak random profil birine koşa koşa gitmesi tuhaflıktır. Ama şaşırtıcı değildir. Postmodern çağda ilişkiler tuhaflığın sıradanlaşmasıdır.
Aksel’in evinden Elvind’in evine daha mutlu ve âşık olabileceği bir seçenek bulduğu için değil, kendi yaşam bocalamalarının nedenini Aksel’e ve “yerleşik” ilişkilerine bağladığı içindir. Özgürlüğün ruhta aranması ve diriltilmesi gerektiğini kavrayamamış her insan gibi, birinden bir diğerine koşarak özgürlüğü bir koşula bağladığı içindir. Julie’nin hayatında artık gölgesinde kalması gerekmeyen bir mavi yakalı vardır. Tutkuyla yapılması gereken bir işe sahip olup olmamayı takmayan, İnstagram’da kadın poposu like’layan, arkadaş yemeklerinde Freud’tan filan bahsetmeyen, yazısını eline tutuşturduğunda “sen yazdığın için güzel” gibi zırvalar geveleyen biriyle de olmamıştır işte. Birisi ona pişman olacaksın mı demişti? Buradaki pişmanlık eski sevgiliden sonra yeni sevgilinin hayalkırıklığına uğratmasıyla ilgili değildir. Severek birlikte olunan şefkatli bir ilişkinin sudan sebeplerle terk edilip, üç aşağı beş yukarı bir süre sonra benzer sıkılganlıklarla çevreleneceği belli başka ilişki versiyonlarında mutluluğu bulacağını sanmakla ilgilidir.
Hep Başa Döneriz
Julie karlı bir Oslo akşamında yine koşuyor. Bu defa spor salonunun koşu bandında. Zaman durmuyor ama Julie televizyonda konuşanı görünce durup kalıyor. Ekranda kendinden ve yaptığı işten emin bütün insanlar gibi, seksist olmakla eleştirilen karakterlerini postmodern feministlere karşı kararlılıkla savunan bir çizgiromancı var. Yüksek perdeden biraz kibirli ama iddiasız konuşan adamı Julie tanıyor. Zaten hayalinde hâlâ onunla konuşuyor. Televizyon tartışmasını izledikten sonra eski ortak arkadaşlardan, Aksel’in ölümcül hastalığını öğrenen Julie onu bir hastane odasında, kendi zengin dünyasında buluyor. Kulaklarında hard rock, kalbinde ölüm korkusu. “Sana dair senin bile unuttuğun şeyleri hatırlıyorum” diyor Julie. “Ben ölünce o şeyler de benimle birlikte ölecek” diyor Aksel. Burada ikisinin de ağzından çıkan her söz finali muhteşem yapıyor.
Özellikle Aksel’in çocukluğuna gittiğimiz kısımda vitraylara sıra gelince, hani bir laf var ya, dünya bir anlığına güzelleşir. Çocukluğuna ait renklerin bir sanatçıya kattığı derinlik daha güçlü nasıl anlatılabilirdi? Aksel’in hastane odasında başlayan son anlarını müzikle, sakin cümlelerle, renklerle, yaklaşan ölümün acısıyla izlemek bir Van Gogh cümlesine iğne atar. “Genellikle ızdırabın derinliklerinde olsam da, içimde hala sükunet, saf bir ahenk ve müzik var.”
Ve son sekansta Julie’nin evindeyiz. Bilgisayarın başına geçmiş, çektiği fotoğrafları edit’liyor. Hayatın olağan akışı içinde önüne gelen bir işi yapmaktan fazlasını düşünmüyor. Ne yapmak istediği konusunu artık kafaya takmıyor. Yalnızlığı da öyle. Filmin başındaki kaygı yerine bir kabulleniş var halinde. Baş döndürmeyen bir özgürlüğün içinde dünyasını kurmuş gibi. Nereli olduğuna, nerede bulunduğuna, ne iş yaptığına, kimle olduğuna bakmaksızın sadece kendini tanıyarak erişilebilecek katıksız bir özgürlüğün.
Verdens Verste Menneske (Dünyanın En Kötü İnsanı), Oslo, 31 August’ın bile üzerine çıkarak Joachim Trier filmlerinin en iyisi olabilir. Ayrıca Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’yle değerini bulan Renate Reinsve içinse pekâlâ bir yıldız doğdu denilebilir.