Kulüp, 1950’li yıllarda Beyoğlu’nda yaşayan Musevi Matilda ve onun yetiştirme yurdunda büyüyen kızı Raşel’in hayatını konu edinir. Türkiye’nin dönüşüm yıllarındaki sancılı süreçleri ve gayrimüslimlerin yaşam savaşlarını görürüz. Beyoğlu’ndaki kozmopolit kültürün Türkleştirme politikaları adı altında tek tipleştirilmesine / tekelleşmesine tanık oluruz.
Mimar Uğur Tanyeli, Mimar Sinan üzerine olan bir söyleşinde bizim kendi tarihimize bakarken hep kazama kaybetme ekseninden oluşan bakış açımızı eleştirir. Geçmişteki yükselişe öykünme ya da onu yerme alışkanlığımız bir açıdan patolojiktir. Halbuki geçmiş geçmiştir. Onu sakince okumak ve bugün için onunla barışıp vedalaşmak gerektiğini bize hatırlatır. Dizi tam da buradan bakıyor dersek yanılmış olmayız. Kulüp, 1950’lerde yaşanan kötü günleri bize hatırlatıp bizi o günlerle barıştırır nitelikte. Tıpkı Matilda’nın kendi geçmişi ile yüzleşip yoluna devam etmesi gibi.
Matilda, gençken işlediği bir suç sonrası hapse girer, aradan yıllar geçer ve hapisten çıkar. Dışarıda onu bekleyen hayata karışır. Kızı ile tanışır ve bir aile olma ihtimali için çalışır. Bir yandan da para kazanma mecburiyetinden dolayı iş arar. Bir çamaşırcı olarak çalışmaya başladığı o dönemin Beyoğlu’ndaki bir gazino olan Büyük Kulüp’teki assolist Selim’in sevgisini kazanıp onun yardımcısı olur.
Raşel, hiç görmediği ve onu bırakıp gittiğini düşündüğü annesi ile tanışır. Bu süreç anne kız için oldukça sancılı geçer. Diğer yandan Raşel, sevdiği adam İsmet ve mantığının sesi, sorumluluk sahibi ve kendisi gibi aynı kültürden olan Mordo arasında kalır. Bu esnada annesi ve beklenmedik olaylar onu daha da kenara sıkıştırır ve bir seçim yapmaya iter.
Büyük Kulüp’te Orhan ve çalışanları canla başla Beyoğlu’nun Türkleştirme politikalarına rağmen gazinoda ayakta kalmak için hep birlikte direnir. Ama işin uzmanı olan emektarlar bu politikalar ile bir bir sahneden silinmektedir. Dizide herkesin kendi çıkmazını görürüz. Selim, ailesi ve hayalleri arasına sıkışmakta, Orhan, Türk ve Rum kimliği arasında erimektedir. Sefarad yahudisi Matilda’nın bir kadın olarak o yıllarda hayata tutunma çabasını, kızına kendisini affettirmeye çalışırken aynı zamanda geçmişi ile hesaplaşmasına şahit oluruz.
Ladino’nun Direnişi
Diziden biraz çıkıp Sefaradlardan bahsedecek olursak… Sefarad kelime anlamı olarak İbranice’de “İspanya” anlamına gelir. 1492 yılında büyük göçle İspanya’dan gelen Yahudileri temsil etmek amacıyla için kullanılır. Tıpkı diğer bir göçmen Yahudi grubu olan ve yine adını çokça duyduğumuz Aşkenazlar gibi… Aşkenaz da İbranice de Almanya anlamına gelmektedir. Orta ve doğu Avrupa’dan sürülen Yahudiler için bu terim kullanılmaktadır. Sefarad Yahudileri İbranice ve İspanyolcanın karışımı olan ladino dilini kullanırlar. Dizide ladino ilahileri de duyarız… Ama ne yazık ki günümüzde bu dili konuşan çok az insan kalmıştır. Türkleştirme politikaları sonucu “vatandaş Türkçe konuş” eylemlerinin de katkısı ile… 1928 yılından itibaren Türkiye’deki hukuk öğrencilerinin başlattığı eylemler, sokakta çarşıda insanların kendi dillerini konuşmasını engelleyen, hükümet destekli kampanyalar başlar.
Musevi kültürü ile aramızda ortak birçok bağ oluşmuştur. Türkçe’de kullanılan “etliye sülüye karışmamak” kavramı Musevi kültüründe de karşımıza çıkar. Musevi mutfağında et ve süt ürünleri aynı anda tüketilmez. Koşer kuralları gereği etli yiyecekleri pişirdikleri tencerede farklı bir yiyecek pişirmezler. Dinsel etkiler yemek kültüründe çokça hissedilir. Sofrada önce et yendiyse, ağız çalkalanarak önce temizlenir. Sofra bezi, çatal, kaşık ve tabak değiştirildikten sonra bir şeyler yerler. Bu tevratta geçen ve sağlık için düşünülen önlemlerden kaynaklanır. Dizide Müslümanlar için Cuma günlerine tekabül eden Şabat’tan bahsederler. “Şabbat”, İbranicede dinlenme, iş bırakma anlamına gelmektedir. Musevi inancına göre kâinat 6 günde yaratılır ve diğer günde Tanrı dinlenir. O gün şabattır. Museviler de o günü tıpkı Müslümanların Cuma günü ibadete ayırmaları ve çalışmamaları gibi bu günü ibadete ayırırlar ve uğraştıkları işlerini bırakırlar.
Beyoğlu’nun Dönüşümü
Charles King, Pera Palas’ta Gece Yarısı adlı kitabında iyi tarih yazımının en büyük düşmanı olarak geçmişin tescilli olduğu inancını görür. Yani geçmişin başka bir çağın halkıyla bugünün arasında temel bir süreklilik olduğunu iddia eden bir ya da öbür topluluğa ait olduğuna inanmak. Oysa geçmiş, Türk tarihi, Ermeni tarihi, Yunan tarihi diye güzelce paketlenmiş değildir. İç içedir. Öyle olduğunda ısrar edenleri tarihçi değil, Tarih tacirliği yapmakla suçlar ve şöyle devam eder “geçmişin bir versiyonunu satarken öteki versiyonunu hesaba katmamakta bir çıkarı olanlardır.”Beyoğlu tarihi özellikle bu kozmopolit yapısı ile ele alınmayı sonuna kadar hak eden bir yer. Beyoğlu tarihi boyunca büyük değişim ve dönüşümlere ev sahipliği yapmıştır. Hepimizin bildiği gibi son on yılda da bir dönüşüm içerisindedir. Tarihsel süreçlerine baktığımızda da 20. yy’ın başından 2. Dünya Savaşına kadar süren dönemde sadece İstanbul’da değil, tüm ülkede kritik dönüşümler yaşanır. Bu dönemde İstanbul’un özellikle de Beyoğlu’nun demografik yapısı kökten değişiklik gösterir.
Dönemin gazetecilerinden Burhan Arpad, bu dönemde İstanbul’un ve Beyoğlu–Pera bölgesinin dönüşümünü hüzün verici bulduğunu dile getirir. “Bir bakıma, bir yaşam biçimi sona ererken diğeri hâsıl olmaktadır. İmparatorluk döneminin üst düzey bürokratları ve memurlarıyla, sayıları artmaya başlayan Türk aydınları Beyoğlu–Pera bölgesine yerleşmeye ve Direklerarası’nın Şule, Yıldız ya da Şark gibi kıraathaneleri yerine, Ekim Devrimi’nin ardından İstanbul’a göç eden Beyaz Rusların getirdikleri canlılıkla, 1930’lu yıllarda açılan Regence, Fisher, Lebon gibi lokanta ve pastaneleri tercih etmeye başlamıştır.” diye anlatır.
Durum böyle olunca bu mekanların Türkleştirme politikalarından nasibini almaları da kaçınılmaz olur. 1942 yazı boyunca haberlerde Yahudilerin karaborsacı, paracı, zengin şatafat içinde yaşayan hayat şekillerini konu edinen birçok haber ve karikatür yapılır. Devlet basın yolu ile halktan bir anlamda rıza alma peşindedir. 1942 yılında altyapısı oluşturulan bu durumu devlet resmileştirir. Varlık/servet vergisi adı altında zengin gayrimüslimlerden onları batıracak düzeyde uç vergiler alma kararı alır. Bu vergiyi veremeyenler için ise hazırlanan plan Aşkale gibi Türkiye’nin farklı yerlerindeki (Aşkale/Erzurum – Sivrihisar/Eskişehir) çalışma kamplarına gönderilir. Matilda’nın ailesi de bu varlık vergisi neticesi batırılan ailelerden biridir. Dizi de az da olsa bunlarla yüzleşme ve hatırlama fırsatı yakaladığımız için şanslıyız… Tarihin fetişleştirilmediği ya da yerilmediği böyle dizilerin ve filmlerin artması ümidiyle…