Le Bonheur (1965), Agnes Varda’nın Cléo de 5 à 7 (Cléo Beşten Yediye)’den üç yıl sonra çektiği üçüncü uzun metraj filmidir. Le Bonheur Thérèse ve Émilie’yi; duygu ve arzularını eşlerinin “mutluluğu” ile çatışmasın diye bastıran kadınları anlatır. Modern toplumdaki her bireyin mutluluğu, burjuva çekirdek aile yapısının bozulmamasına ve istikrara bağlıdır. Güzellikte, ev ekonomisinde, eşlerin birbirine verdiği coşku ve mutlulukta bir istikrar olmalıdır, burjuva aileyi bir arada tutan koşul budur. Güzel bir eşe ve çocuklara sahip, mutlu bir aile babası olan François’in bir gün başka bir kadına aşık olması, burjuva tek eşliliği rüyasına bir darbe vuracaktır. Le Bonheur, Jean Claude Duruot’un canlandırdığı François’in Thérèse ile mutlu bir evlilik sürerken başka bir kadına (Emilie) daha aşık olmasıyla bu üç kişinin hayatının nasıl değiştiğini anlatır. Erkek egemen zihniyetin öne sürdüğü, kadının tek eşliliğe, erkeğin çok eşliliğe yatkın olduğu argümanı tartışılırken doğruluğunun bir dayanağı olarak bu iki durumun kadınlarda ve erkeklerde aynen bu şekilde gözlenmesinin iç dinamikleri araştırılır: yaygın olması doğru olduğu anlamına gelmez. Aksine, yaygın olması, bu tarz kadın ve erkeklerin toplumda yüceltilerek idealleştirildiği anlamına gelir. İdeal erkek ve ideal kadın, erkeğin özgür ve güçlü (çok kadına sahip) oluşuyla, kadının ise sadık ve anne oluşuyla karşımıza çıkar. Therese ve Emilie, bu prototipe uyan kadınlardır. Birbirlerine sadece dış görünüş olarak değil, ideal kadın oluşlarıyla da çok benzerler.
François, Emilie’ye aşık olduğunda mutluluğunun iki katına çıktığını düşünmektedir. Eşi Therese, François’in hayatındaki ani değişimin yüzünde ve hareketlerindeki yansımasını fark eder. Neden her zamankinden daha mutlu göründüğünü sorduğunda François gerçeği Thérèse’ye anlatır: başka bir kadına daha aşık olduğunu, ancak “bu kadının kendi bahçelerinin dışında onlarla birlikte olgunlaşan bir elma ağacı gibi” olduğunu ve aralarında hiçbir şeyin değişmediğini söyler. Varda, Emilie’ye aşık olan François’ın mutluluğunun ikiye katlanışını, Thérèse ‘nin ölümünden sonra mutlu aile tablosunun devam edişini neşeli bir görsel anlatımla sunuyor. Thérèse öldüğünde anne ve eş görevini Emilie üstlenir: Thérèse’nin ölümü, çocukları sadece bir süreliğine yalnızlığa terk eder ve François’ı sadece bir süre üzer. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra filmin ilk sahnesinde yaşanan mutlu aile tablosu tekrarlanır.
Erkeğin kadına göre biyolojik olarak zayıflığının yarattığı ruhsal bir sonuç olarak yeterlilik ideali, durmadan kendisini kanıtlama ihtiyacına ve kadınları duygusal ve zayıf varlıklar olarak tanımlamalarına, ve sonuçta ikinci bir kadına “sahip olma” edimlerini haklı çıkarmalarına denk düşer. Emilie’nin varlığının eşine olan sevgisini azaltmadığı konusunda François’ın ısrarcı tutumu bilinçaltı için tıpkı anne ile babayla ilgili buyruğun yerine getirilmeyişi gibi, eşini sevmemenin de büyük bir günah olduğu ve bu bağlamda nefret bastırılıp sevginin abartılmasından kaynaklanır. Sevgi, süperego tarafından yasaklanan bir ilişkiye (evliliğine) haklı bir görünüm sağlar.* Buna karşılık Therese, acı çeken taraf olma sorumluluğunu üzerine alması beklenen bir kadın olarak, ölümüyle hem sevgiyi, hem de abartılmış sevginin getirdiği acı çekme sorumluluğunu reddetmiş olur.
“İlişkiye yön veren kişi benim, o (Emilie) de bunu seviyor.”
François
Thérèse, durumdan rahatsız olmuştu, ancak bunu dile getirememişti. Emilie için de durum farklı değildi. François Emilie’ye bir eşinin olduğunu, ve eşini de çok sevdiğini söylemiş, Emilie de bunu sorun etmemişti. François, tam olarak mutluluğu yaşıyordu: Sevdiği iki kadın da ona sadıktı.
Thérèse’nin François’ın sadakatsizliğini öğrendiğinde yüzünden ve hareketlerinden okuduğumuza göre çok incinmesine rağmen takındığı tavır, kişi olarak var oluşunu eşine verdiği mutlulukla özdeşleştirdiğini gösteriyor. François’a sözlerinde kadının tek eşliliğe mahkum edilişinin, erkeğin sınırsız özgürlüğüne isyanını buluyoruz.
“Ama ben sadece seni seviyorum.”
François (Jean-Claude Drouot), Émilie (Marie-France Boyer) ile ilişkiye başladığında, Emilie tereddütle ona evliliğini sorar. François, cevap olarak Emilie’nin yeni tattığı bir şarap olduğunu söyler, Thérèse’i “dayanıklı bir bitki” ve Émilie’yi “kafesten bırakılmış bir hayvan”a benzetir, klişe metaforlarla dolu erkek narsiszmi dolu bu monoloğu “Ve ben doğayı seviyorum. ” şeklinde bitirir. Emilie karşılığında kendisini adamın kollarına bırakır. Emilie, bir zamanlar özgür olan bir kadının mutluluğu bulmasının şartını teslimiyette arayan bir kadını yakından gözlememize olanak sağlar.
“Sen mutluluğumsun. Sen ve senin yaşamın.”
Émilie
François, Thérèse’e Émilie ile olan ilişkisini bir başka gülünç doğa metaforu kullanarak anlatır. Thérèse çaresiz bir soru sorar:
“Onunla mı yaşayacaksın?”
Ardından durumun ne kadar adaletsiz olduğunu açıklamak için acıklı bir girişimde bulunur: “Ama ben sadece seni seviyorum. Ben senin karınım.” Yine de birkaç saatliğine durumu kabullenmiş gibi görünür. Sonrasında François’a gerçek cevabı verir. Therese, Hamlet tarafından terk edilen Ophelia‘nın trajik ölümünü canlandırır.
Başvuru*
* Kadın Psikolojisi, Karen Horney, Çeviri: Selçuk Budak, Ocak 2020