SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Vladimir İlyiç Lenin’in ahşap oyma bir büstü, Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla Düzce’nin Akçakoca kıyılarına vurur. Heykel, yıllar boyunca belediyenin deposunda bekletilir. 2009 yılında Akçakoca kaymakamı, belediyeyle işbirliği yaparak heykelin turizmi canlandırması ümidiyle ilçeye yerleştirilmesi için girişimlerde bulunacağını söyler.
2021 itibariyle heykel halen depoda duradursun bu olay, yönetmen Tufan Taştan ve yazar Barış Bıçakçı’ya kara mizah ve polisiye öğelerle işlenmiş bir filmi kaleme almaları için çoktan ilham olur ve ortaya Sen Ben Lenin çıkar.
Dünya prömiyerini 43. Moskova Film Festivali’nde gerçekleştiren ve ülkemizde ilk olarak 40. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen Sen Ben Lenin, Lenin heykelinin açılış öncesinde ortadan kaybolması sonrasında başlatılan soruşturmayı merkezine alır ve izleyenleri, iki polis memurunun eşliğinde birbirinden eksantrik olan kasaba halkının hayatlarına konuk eder.
Filmin yönetmeni Tufan Taştan ile filmi Sen Ben Lenin ve gelecek projeleri üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Türkiye’nin genç sinemacılarındansınız. Sizi kısa filmlerinizden tanıyan bir kitleniz vardı, ancak ilk uzun metrajlı filminiz “Sen Ben Lenin” ile çok daha geniş bir tanınırlığa sahip oldunuz. Sizinle yeni tanışan sinemaseverler için kendinizden ve sinema serüveninizden bahseder misiniz?
Of en zor soru! Nereden başlasam bilemiyorum ama dediğiniz gibi sinema hikayem kısa filmlerle başladı, ki hala fırsat buldukça kısa film çekmek isterim. Kısa filmi uzun metraja geçen bir basamak gibi görenlerden değilim, aksine kendi doğası olduğuna inananlardanım. Tıpkı öykü ve roman gibi bence kısa ve uzun… DTCF Tiyatro Bölümü’nde okurken İletişim Fakültesi’nde çift anadal yapmaya başladım. “Teorik bilgi bir yere kadar” diyerek pratikle buluşmak için elime kamerayı alarak ilk başta öykü yazmaya çalıştım. Bu süreçte gerilla usulü ve çok düşük bütçelerle kolektif olarak beş kısa film çektik. Ve Jülyet, Artı Değer, Bir Kelime, Vitrin ve Söz Uçar adlı kısa filmler… Kısa ya da uzun aslında derdimi paylaşmak, sesimi çoğaltmak, hikayemi anlatmak istedim. Anlatacaklarım var! Bu nedenle sinema serüvenin içindeyim. Bu dünyayla derdim olduğu sürece de içinde kalmaya devam edeceğim.
Barış Bıçakçı ile “Söz Uçar” adlı kısa filminizde de işbirliği yaptınız. Nasıl bir araya geldiniz? “Sen Ben Lenin” nasıl ortaya çıktı ve evrildi?
Barış ile uzun süredir devam eden bir dostluğumuz var. Bir süredir ikimiz de, özellikle de ben, birlikte bir şeyler yapmak istiyorduk. Hep rakı içecek değiliz ya! Bir gün Barış’ı arayıp “2000’li yıllarda Akçakoca’ya vuran Lenin heykeli gerçekten Karadeniz’in muhafazakâr bir kasabasına dikilseydi ne olurdu?” diye sordum. Barış da “film olurdu” dedi. Sen Ben Lenin böyle başladı. Ardından bir araya gelip senaryoyu yazmaya başladığımızda 2016’nın Kasım ayıydı. Uzun süre senaryoyla cebelleştik sonra da yazdığımız ilk senaryoyu çekmek için çaba sarf ettik. Bu esnada araya Söz Uçar’ı sıkıştırdık. Nuriye Gülmen, Semih Özakça, Veli Saçılık ve birçok KHK mağduru Yüksel Caddesi’nde sokağa çıkmanın dahi yasak olduğu bir dönemde inadına direniyordu. Biz de Barış ile birlikte bu sürece selam vermek, hünerimizi onların direnişine destek olmak, dayanışmak için sergilemek istedik. En iyi bildiğimiz şeyi yaparak, onları anlatan bir kısa film çekerek, haklı mücadelelerine omuz vermeye çalıştık. Sonra tekrar Sen Ben Lenin’in süreci devam etti. Bitirdiğimiz ilk senaryo için yeterli maddi desteği bulamayınca, ilk filmin bittiği yerden ikincisini yani bu filmi yazmaya başladık.
Filminizin merkezinde; SSCB’nin dağılmasıyla denize atılmış bir Lenin heykeli var. Devrim ya da darbe olan coğrafyalarda ilk saldırılan / alaşağı edilen simgeler genellikle lider heykelleridir. Bu bağlamda heykellerin toplumsal hafıza ve kent kültürü üzerindeki etkisi konusunda fikriniz nedir?
Öncelikle, plastik sanatların bir disiplini olan heykelin, tek başına liderlerle anılmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Neden büst dediğimiz şey sadece liderlere ve tanınmış kişilere özgüdür? Neden sokaktaki bir simitçinin, gül satan bir ablanın ya da bir atık kâğıt işçisinin büstü yapılmıyor? Neden heykeli dikilen her şeyin içi boşaltılıyor? Elbette ki büstü/heykeli sadece liderlere özgü kılan bir toplum ilk onların heykelini diktiği gibi, ilk onların heykelini yıkacaktır, bu savaş sadece simgeseldir. Lenin’i dikmek sosyalizmi kurmak, yıkmak ise alaşağı etmek gibi bir anlama geliyor. Fakat günümüzde kapitalizm, tarihi dahi alınıp satılabilen bir şey olarak görüyor. Heykellerin temsil ettiği değerler, taşıdığı anlamlardan, anlattıkları hikayelerden çok “ne kadar kazandıracağı” sorusuyla karşılık buluyor. Lenin’in heykelinin değil fikriyatının önemli olduğu kanısındayım. Sen Ben Lenin’de aslında bunun tartışmasını yapmak istedik. Filmden bir cümleyle bitirmek isterim: “Lenin’in kendisinin de heykelinin bir fakiri ısıtmak için yakılmasına itiraz edeceğini hiç sanmıyorum.”
Sanat; tarihin başlangıcından bu yana siyasal safların sıklaştırılmasında bir çimento veyahut yıkılmasında bir balyoz işlevi görmüştür. Bir sanatçı olarak sanatın politikayla olan ilişkisi sizce nerede başlayıp nerede bitmelidir?
“Fotoğraf realitenin yansıması değil, yansımanın realitesidir” der Bertolt Brecht. Bu cümlesini anımsayarak başlayayım. Sanat, elbette bir araç olarak kullanılabilir ama aynı zamanda kendi politikasını kurabilen bir yapıya da sahiptir. Meselenin özü sanatın kimden yana olduğuyla ilgilidir. Sanat, halktan taraf olduğu sürece özgünlüğünü koruyabilir fakat egemenlere hizmet etmeye başladığında araçsallaşır. Her iktidar için vazgeçilmez bir propaganda aracına dönüşür. Kendi gerçekliğinden uzaklaşır. Dramatik yapısını, derinliğini kaybeder. Su üstünde yüzen bir slogana dönüşür. Bu nedenle buradaki mesele sanatı yaratan sanatçının toplumsal olarak durduğu yer ile ilgilidir. Faşizmle bağ kurabilen bir sanat bence sanat değildir. Dolayısıyla apolitik olduğunu düşünen bir sanatçı da öyle. Çünkü insana dair her tavır politiktir. Başladığım şekilde Bertolt Brecht ile bitireyim: “Sanatın apolitik olması, egemenlerle işbirliği yaptığı anlamına gelir.”
Filminiz “Sen, Ben Lenin”; resmî ideolojinin komünizmle olan sınavı düzleminde, 80’li yılların bir şehir efsanesine dönüşmüş olan Karl Marx portresi hikayesini akıllara getiriyor. X ve Y kuşakları olarak siyasi mizaha diğer bir deyişle “güleriz ağlanacak halimize” mizahına, Aziz Nesin, İhsan Yüce, Levent Kırca gibi sanatçıların işlerinden aşinayız. Bu mizahın Z kuşağına hitap edeceğini düşünüyor musunuz? Ya da böyle bir kaygınız var mı?
Elbette ki böyle bir kaygım var, bu ülkenin geleceği olan bir kuşağa ulaşmak, dokunabilmek çok değerli. Bunu başarabilecek miyiz zaman gösterecek… Filmimiz, evrensel bir figür olan Lenin’den yola çıksa da bu ülkenin kendi gerçekleriyle yüzleşmesini hedefliyor. Odağında Lenin olan ama Lenin’i anlatmayan bir filmden bahsediyoruz, tam Z kuşağına uygun değil mi? Bunu yaparken de kara mizah ve polisiye gibi türleri harmanlıyoruz. Kuşakları birbirine yaklaştıran şeyin mizah olduğu kanısındayım. Her neslin, filmde kendisine tanıdık gelecek hikayeler ve karakterlerle karşılaşacaklarını düşünüyorum. Her ne kadar mizah dediğimiz şey kendi döneminde karşılığını bulsa da belli klişelerin kuşaklar üstü olduğuna inanıyorum. Bu klişeleri doğru yerde, doğru zamanda kullandığımızda da kara mizah ortaya çıkıyor. Filmimizi izlettiğimiz 16 yaşındaki bir gençten ve 80 yaşındaki bir amcadan aynı yerlerde aynı tepkileri almak bizim için bunun göstergesi oldu. Bir kuşak için büyük bir önder olan Lenin, başka bir kuşak için Batman gibi bir süper kahramandan ibaret olsa da…
“Sen Ben Lenin” göz kamaştırıcı bir oyuncu kadrosuna sahip. Senaryonun inşası ve karakterlerin şekillenmesi esnasında bu oyuncular aklınızda var mıydı? Yoksa kadro, yapım öncesi süreçte mi belirlendi?
Aslında her karakteri yazarken birtakım hayaller kurarsınız. Onu konuştururken bir bedene büründürürsünüz, kimi oyuncular aklınızdan gelir geçer. Bizde de süreç bu şekilde işledi. Karakterleri yazarken elbette aklımızda bazı isimler vardı ama senaryo tamamlandıktan sonra bütüncül bir hayal kurup ekibi tamamladık. Birçok oyuncu arkadaşımız yapım öncesi süreçte dahil oldu. Muhteşem bir oyuncu kadrosuyla çalıştık. Onları bu filme dahil eden oynadıkları karakterin yanı sıra senaryoda anlatılan hikâye ile bağ kurmalarıydı, derdimize hemhal olmalarıydı.
Film, çoğunlukla tek bir mekânda geçiyor. Tek mekânda geçen bir hikâyeyi anlatmak, senaryo ve yönetmenlik becerilerinin sınandığı bir yaratıcı kısıtlama olarak görülebilir. Bu durumun; hikâyenin akışı ve oyuncuların performansları açısından da sınırlayan ve meydan okuyan bir yanı var. Sizin bu konudaki kaygılarınız ve öncelikleriniz nelerdi?
Sorunun içindeki cevaba tamamen katılıyorum. Dediğiniz gibi tek mekân senaryo ve yönetmenlikte hatta kurguda iyi top çevirmeyi gerektiren bir süreç. Türlü türlü hareketlerle kendimizi zorlamamız gerekiyordu. Çünkü temel gayemiz anlattığımız masalı dinleyenlerin sıkılmamasını sağlamaktı. Bu durum başta senaristin sonra yönetmenin ardından oyuncunun ve dahi kurgucunun tüm enerjisini kullanmasını gerektiren bir durumdu. Sürekli yeniden yazmamız gerekti. Senaryonun görsellikle buluşmasından, oyuncunun karakterle ve hikâye ile buluştuğu ana kadar dar bir alandaydık. Üstelik çok düşük bütçeyle 12 günde filmi çekmemiz gerekiyordu. Bu nedenle çok kısa sürede, çok büyük efor sarf ettiğimizi düşünüyorum. Tek mekânı hissettirmeden bu filmi size izletebildiysek ne mutlu bize!
Covid-19 pandemisinin filminize nasıl bir etkisi oldu? Filmin yanı sıra halen içinden çıkamadığımız pandemi, sizin gündelik ve sanatsal yaşamınızı ne yönde değiştirdi / değiştiriyor?
Hepimiz için zor zamanlardı/zamanlar… Kişisel hayatımda çok büyük değişikliğe sebep olmasa da toplumsal olarak zor bir süreç ile sınandık. Sen Ben Lenin açısından ise olumlu ve olumsuz birçok etkisi oldu. Tam filmi çektik, kaba kurgusunu bitirdik derken, biz renk yapmaya başladığımızda pandemi başladı. Bir anda tüm süreç altüst oldu, araya uzun bir zaman girdi. Bu süreç bizim filmden uzaklaşmamızı sağladı. Yeniden masaya oturduğumda, filme yabancılaştığım için sürece daha objektif yaklaştım. Pandemi olmasaydı, hiç ara verme gibi bir lükse sahip değildim. Bardağın dolu tarafından baktığımda bunları görüyorum… Tabii filmin seyirciyle buluşmasını beklemek yorucu bir süreçti/süreç. En kısa zamanda sinemalarda buluşmak dileğiyle…
Filminizin senaryosunu bir edebiyatçıyla birlikte kaleme almanız, filminizin bir heykelle ilgili olması ve teatral bir dile sahip olmasından hareketle, pek çok sanat dalından beslendiğinizi tahmin ediyoruz. Size ilham veren sanatçılar kimlerdir?
Bu gerçekten ilk sorunuzdan da zor bir soru. Birebir bu konularda örnek vermek beni çok zorluyor. En sevdiğim rengi bilmediğim, en çok hangi yemeği seversin sorusunda düşündüğüm gibi bu sorularda da duraksıyorum. Çünkü her yönetmeni ya da sanatçıyı kendi döneminde, kendi ülkesinde, kendi tarzında değerlendiriyorum. Bir sanatçının yaptığı işi o günün koşullarından koparmadan ele alıyorum ve zamana karşı yaşamasıyla alkışlıyorum. Sanırım renkleri de kendi paletinde beğenebiliyorum. Bu nedenle bu soruyu geçip Barış’a geliyorum. Her şeyden önce bir dost olarak Barış ile bu süreci yürütmek çok değerliydi. Edebiyatçı kimliğiyle onunla çalışmak, bir yönetmen için paha biçilmez bir deneyimdi. Senaryoyu yazarken kâh gülüp, kâh tartışsak da günün sonunda hikâyeye hizmet edende ortak karar kılmak önemliydi. Mesele derdimizin ortak olması, anlatmak istediğimiz hayalin uyuşmasıydı.
Dijital platformlar izleme alışkanlıklarımızı nerdeyse kökten değiştirdi. Sizin bir sinemacı olarak dijital platformlara bakışınız nedir? Başka bir ifadeyle; “Sen Ben Lenin”i ve sonraki projelerinizi dijital platformlarda görebilecek miyiz?
Z kuşağına baktığım gibi bakıyorum bu konuya da. Gelmekte olana hazırlıklı olmak lazım. Dijital artık hayatımıza girmiş bir gerçek. “Sinemanın yerini tutar mı” sorusu ise anlamsız. Bence ikisini birbirinden ayırmak lazım. Büyük bir salonda, tanımadığınız insanlarla, kocaman bir perdede film izlemekle ufacık bir cep telefonu ya da televizyonda tek başına film izlemek arasında çok büyük fark var. Dijital olan bireysel bir eylem gibi, sinemalar ise toplumsal bir eylem gibi geliyor bana… İyi yanından bakmak gerekirse sinemada ya da dijitalde artık daha çok filmle buluşabiliyor insanlar. Dijitalin seyirci için alternatif bir havuz oluşturmasını, birbirleriyle kıyaslamamak koşuluyla, destekliyorum. Elbette dijital ile bir bağ kurmanın değerli olduğunu düşünüyorum. Filmlerimin bu platformlarda yer alması ve daha çok insana ulaşması benim için çok değerli. Ama önce sinemada buluşalım, hep birlikte film izleyelim, gülelim, ağlayalım, tartışalım ki sinemalar yaşasın!
Son olarak gelecek projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?
Pandemi koşullarının iyileşmesini beklerken Barış ile birlikte ikinci filmi de yazdık. Şimdi dönüp tekrar bakıyoruz ve senaryosunu tamamlamaya çalışıyoruz. “Sen Ben Lenin”i vizyonda göreceğimiz bu sonbahardan sonra yeni projemize başlamayı planlıyoruz. Şu an için senaryo aşamasında olduğundan, bu sır aramızda kalsın istiyoruz.