Fish Tank (2009), önceki filmi Red Road’da (2006) Glasgow’da yaşayan güvenlik görevlisi Jackie’in soyutlanmış hayatını narin bir otobiyografik anlatıya dönüştüren sosyal gerçekçi İngiliz sinemasının dikkat çeken yüzü Andrea Arnold’un ikinci uzun metrajı. “Bireysellik” ile “bencillik” arasındaki ince noktada sıkışıp kalmış Y kuşağının kendinden bir sonraki kuşağa miras bıraktığı yalnızlığa, huzursuzluğa ve endişeye bir cevap gibi hissettiren filmin başrolünde performansıyla koca bir hayatı oyunculuğuna sığdıran amatör aktris Katie Jarvis (Mia) yer alıyor.
Fish Tank’de ilgisiz annesi ve küçük kız kardeşiyle sıkışıp kaldığı şartlarla mücadele eden ve yazgısının kendisine dayattıklarına savaş açan 15 yaşındaki Mia’nın gözlerinden tanıklık ediyoruz hikayeye. Kierston Wareing’in canlandırdığı anne karakterinden miras kalan güvensizlik ve bıkkınlık, kare blok sosyal konutlarda sıkışık bir apartman dairesi, suça eğilim, içkiye düşkünlük ve adeta hiçliğin göbeğinde hafif terkedilmiş izlenimi veren rüzgarı bol bir kenar mahalle mikro evreninde geçen kırılgan bir yaşam…
Filmin neredeyse tamamında Mia, o kadar hızla ve öfkeyle hareket ediyor ki; sadece kasvet dolu çevresinden değil filmin kendisinden de kaçmaya çalışıyor izlenimi yaratıyor izleyicide. Mia’yı içine alan dar, kare çerçeveli kutular ve yönetmen Arnold’un hareketli el kamerası filmin çekimlerini yer yer panik klostrofobik bir renge bürüse de; sıkıştığı hayatının içinde boğulan Mia ile empati yapmamızı ve karakterin kendisini nasıl esaret altında hissettiğini anlamamızı sağlıyor. Mia’nın etrafında örülmüş bütün bu çerçevenin hiçbir noktasında ise baba figürü bulunmuyor. Uyguladığı figür ve hareketler kendisi gibi karamsar, içe dönük ve bastırılmış bir izlenim veriyor olsa da, Mia’nın hayata karşı tek bir ilgisi var; o da dans.
Filmin ilk kısmındaki açılış sahnesinde, Mia asfalt üstünde hip-hop dans hareketleri yapan bir grup kıza sataşır, alay eder ve onları kışkırtır. Çatışma şiddete doğru evrilir ve Mia kızlardan birini bir kafa darbesiyle yaralar. Birkaç dakika sonra Mia çitlerle çevrili boş bir arsada beton bloğa bağlı bir atı serbest bırakmaya çalışır. Bir iki sekans önceki öfke yerini aniden şefkate bırakmıştır. Uçlarda yaşanan tamamen zıt duygular Mia’nın ruhsal dünyasındaki şiddetli devinimi ve temelde, sıkıştığı hayattan kurtulmaya yönelik içsel bir yönelimi ifade eder. İlk denemesinde başarısız olsa da Mia’nın atı serbest bırakmaya yönelik gözü kara takıntısı (darp ve tecavüz riskini alacak kadar) filmin sonraki sekanslarında da devam eder. Anolojik çağrışımları olan bu sahneler filmin de bir özeti gibi aslında. Şefkat duygusuyla birlikte atla kurulan empati, atın serbest bırakılması üzerinden Mia’nın özgürlük arayışına yönelik sekans geçişleri ve kurguya özenle serpiştirilmiş güçlü bir sinematik anlatı…
Filmin hırçın ve kavgacı üslubu, Mia’nın annesinin yeni erkek arkadaşı olan Connor’un (Michael Fassbender) ailenin hayatına girmesiyle bir anda değişir. Inglorious Basterds (2009), Prometheus (2012), 12 Years a Slave (2013) gibi kalburüstü filmlerden tanıdığımız, Hunger’daki (2008) muhteşem performansıyla akıllarda yer eden yetenekli İrlandalı Fassbender’ın komik, seksi, rahat ve görece daha orta sınıf bir dünyadan gelen Connor karakterine hayat verdiği senaryo antagonist bir aşk hikayesiyle zenginleşmiş olur. Connor, dağınık ilişki setine sahip kavgalı aileyi adeta bir araya getirmiştir. Alışık olmadıkları tarzda olan bu figür daha ilk sahnede Mia’yı büyüler. Mia, Connor annesiyle üst kattayken onun cüzdanını karıştırır ve parayı hemen çalmak yerine Connor’ın maaş bordrosuna ilgili bir şekilde bakar: daha önce bir benzeriyle tanışmadığı işi olan bir adam.
Annesiyle Connor arasındaki ilişkinin gölgesinde filizlenen Mia – Connor ilişkisi aslında ergenlik dönemindeki genç bir kızın ilk aşk deneyiminden çok daha ötesidir. Mia, aslında belki de bilinçdışı bir yönelimle Connor’ı bir baba figürü olarak konumlar ancak bir anda kendisini gizem, heyecan, kıskançlık ve şehvet dolu egzotik bir maceranın içerisinde bulur. Film Mia’nın çocukluğuyla ilgili belirgin bir söz söylemez ancak baba figürü olmadan yaşanmış bir çocukluk dönemini bir şekilde izleyiciye ima eder. Connor’ın, Mia üzerindeki belirgin ilgisi, kamerasını dans yarışması seçmeleri için ödünç vermesi ve yer yer küstah bir hal alan çapkın tavırları ikili arasındaki tutkuyu ve ilişkiyi körükler. Detaylı psikolojik incelemeyi uzmanlara bırakmak lazım ama Mia’nın karakter tipolojisinin Connor ile yaşadığı ilişki ekseninde neo-freudien bir alt okumayı hak ettiğini ve elektra kompleksinden (3-6 yaş kız çocuklarında babaya düşkünlük ve anneyi rakip görme) yoksun kalmış bir birey anlatısının öne çıktığını söyleyebiliriz.
Ergenlik döneminin çelişkilerini yaşıyor olsa da, yalnız ve sevgisiz ortamında tek amacı özgürlük, güvende olma, yalnız kalma ve sevilme gibi görünen Mia’nın, hayatında deprem yaratan bu olay karşısında nasıl bir tavır takınacağı, sevgiyi nasıl ifade edeceği konusunda ise hiçbir fikri yok. Onun için durumu bu kadar patlayıcı kılan da, babasının güvenliğine ve rahatına duyduğu karışık, şüpheli özlem. Mia’nın psikolojisindeki bütün bu kaotik durum Connor’un aldatıcı yönünün açığa çıkmasıyla filmin sonunu da şekillendirecek büyük bir patlamaya dönüşür. Mia’nın hayranlığı önce gözü dönmüş bir öfkeye sonra da sırasıyla hayatta kalma, sınırlarını aşma ve affetme kararlılığına dönüşür. Yönetmen Arnold’un, Mia ile Connor arasındaki ilişkiyi bu kadar aşırı kılan şeyin, onların cinsel çekiciliğinden ziyade, bilinçdışı yaşanan hayali bir baba ve kız olma özlemi olduğunu maharetli bir şekilde anlattığını söyleyebiliriz.
Senaryo aritmetiğinde göz ardı edilebilecek birkaç aksaklık olsa da; sadece karaktere yoğunlaşan ve yalın bir sinematografik atmosferden beslenen film anlatım gücüyle fark yaratıyor. Genç aktris Jarvis’in, Dardenne kardeşlerin 1999 yapımı Rosetta’sındaki Émilie Dequenne ile kıyaslanabilecek düzeyde harika ve gerçekçi performansı ise anlatının akıcılığını zenginleştiren bir diğer etken. Film, yer yer sert-gergin gerçekçilik anlayışı ve lafı gevelemeyen diliyle toplumsal gerçekçi sinemanın sorunsallaştırdığı iyi-kötü ayrımını alışılmadık bir yerden dönüştürüyor ve aslında hepimize tanıdık bir Z kuşağı portresi sunuyor. Akvaryumundan sıçrayıp denize atlamak isteyen bir balık ya da kafesinden çıkmaya çalışan bir kuş… Özgürlük arayışı… Hayata karşı savunmasız olma hali… Ergenlik hezeyanları…
Baba-sevgili karmaşasına yönelik psikolojik bir alt okuma… Varoş atmosfer… Yitik yaşantılar… Müzikler ve illaki finaldeki dans… Fish Tank, sinemanın sadece bir düş simülasyonu olmadığını kurmacanın gerçek hayat deneyimine çok yaklaştığı bir noktadan gösteren, hafızalardan kolay silinmeyecek bir seyirlik…