The Crown’un üçüncü sezonu 1964 ile 1977 yılları arasında İngiltere’de yaşananları Kraliyet ailesi ekseninde izleyenlere sunmakta. Dizinin ikinci kısmının ilk aşaması diyebileceğimiz bu sezonda bir dizi için oldukça riskli bir adım atılarak tüm kilit kadroda değişikliğe gidilmesi daha çekimler bile başlamadan merak uyandıran bir konu olmuştu. Dolayısıyla dizi ilk andan itibaren “Nerede kalmıştık?” düşüncesinden hızla sıyrılarak hem bir devam olduğunu hem de yeni bir soluk olduğunu gösteriyor. Tabiki bu noktada yeni karakterler ve oyuncular etkili oluyor; ancak bölümler ilerledikçe devir teslim yapılan rollerde bu yeni soluğun aslında yeni değil de farklı bir soluk olduğunu anlamaya başlıyoruz. Zira karakterlerin ilk iki sezonda oluşturdukları kimlikleri iyice benimsediklerini fark etmek çok zaman almıyor. Bununla birlikte dikkate değer anlarda vitrinde tutulan “Kraliçe”, “Prens”, “Prenses” gibi ünvanların ardına bir adım dahi olsa geçebilmek bile oldukça etkileyici performansları ve diyalogları beraberinde getiriyor. Bir diğer değişen unsur dizinin Kraliyet ailesine karşı genel tutumu. İlk iki sezonda Kraliyet ailesinden yanayken bu sezonda araya bir soğukluk girdiği hissi değiştiğini düşündüğüm bir diğer nokta. Örneğin bu sezon Kraliçe Elizabeth’i insaniyetini, başarılarını sözel olarak sorgularken ve bir kraliçeye yakışır şekilde tartışmaya açarken dahi görmek daha önce ekseriyetle mimiklerle belirlenen sınırların bir adım çıkılmasını ifade ediyor.
1960’lar İngiltere’sinin nihayet İkinci Dünya Savaşı sorunlarını geride bırakmaya başladığı ve de “Swinging Sixties” adıyla anılan kendi özgürlüklerini ve düşüncelerini ifade etmek isteyen, daha bireysel düşünürken bir yandan da otoriteyle alakalı sorunları dile getiren bir nesle merhaba dediği yıllardı. Bu açıdan bakıldığında Charles’in bir sembolden daha fazlası olduğunu Veliaht olmanın yanı sıra bir birey olduğunu kabul ettirme çabası, Prenses Anne’in yirmi yıl önce Prenses Margaret’in asla sahip olmadığı özgürlüklere sahip oluşu yetersiz olmakla birlikte yeni dönem İngiltere’sinden küçük kesitler sunmakta. Öte yandan bölüm finalinde Prenses Margaret ile Kraliçe Elizabeth arasında geçen diyalog bir anlık dahi olsa Kraliyet Ailesinin ehemmiyetinin ve gerekliliğinin bir anlamda PR mevzuundan ibaret olup olmadığını düşündürmesi ile diğer sezonlardan ayrılmakta.
Değişmeyen şeyler ise Peter Morgan’ın Amerikalı siyasetçileri betimleme konusunda sürdürdüğü fantastik (!) bakış açısı ve renk vermeme konusunda neredeyse Kraliçe Elizabeth ile yarışacak seviyede olması. İlk iki sezonun dünya açısından önemli sorunlarını, dipnotlarını “Bu da böyle bir olaydı” şeklinde sunduğu gibi bu sezonda da darbe düşüncesinin kraliyet açısından değil de ülke açısından değerlendirilmesi, madencilerin grevi, Charles ile Camilla’nın ilişkisi gibi konularda; Margaret’in ve Camilla’nın hayatlarını yaşama şekillerine karşı cinsiyetçi düşüncelere ses etmeyip safi söylenenleri, tabloid başlıklarını yinelediği anlarda lafın boğazda kalmasına benzer hisler yaşatmakta. Bu durum ister istemez Peter Morgan’ın tıpkı Kraliçe Elizabeth gibi gayri insanı bir tavır olan tarafsız olmanın üstadı olma gayesi içerisinde olduğunu düşündürmekte.
En önemli sabit ise yine kadro tercihlerindeki başarılı kararlarlar. Oyuncuların kimyaları, performansları o kadar etkileyici ki sıkıldığınız, tekrara mı düşüyor dizi dediğiniz anlarda bile oyunculuk sayesinde hala izlemeyi sürdürmenizi sağlıyor. Dolayısıyla neredeyse her bir karakteri, oyuncuyla birlikte tek tek irdeleme isteği uyandırıyor.
Karakterler ve Bölümleri
Birinci ve ikinci sezonda II. Elizabeth’in kraliçe olma ve bu sorumluluğu benimseme çabasını izlemiştik. Söz konusu sezonlarda evliliği haricindeki konularda ne düşündüğünü tam kestiremeden, kendisine bir adım uzakta kalmıştık. Bu uzaklığı bir yandan yeni deneyim kazanan bir monarkı izliyor olmamızla bir yandan da Claire Foy’un minimal oyunculuğuna rağmen Kraliçe’nin duygu yoğunluğunu taktire şayan bir şekilde yansıtabilmesi ile telafi edebilmiştik. Ancak sezonlar ilerledikçe Elizabeth’e daha da yakınlaşacağımızı düşünürken bir adım daha uzaklaşmış olmak oldukça ilginç bir deneyimdi. Zira yıllar geçtikçe kesinleşen bir şey varsa o da Elizabeth’in duygularını ve fikirlerini kendine saklamada uzman hale gelmiş olması. Hatta o kadar ustalaşmış ki “Aberfan” isimli bölümde de gördüğümüz üzere Kraliçe’yi hissedebilme kabiliyeti üzerine düşünürken bulabiliyoruz. “Coup” (Darbe) isimli bölüm ise Kraliçe Elizabeth’in içinde bir yerlerde hala Lilybeth’in yaşadığı bir an sezdirmenin ötesine geçmiyor. Annelik mevhumu ise Kraliçe’ye oldukça yabancı. Özellikle Charles ile olan sahneleri duygusal manada oldukça steril, geleceğin kral adayına mentor olarak dahi bir yakınlığı sezilemiyor. Charles kendisinin bir sembol olmadığından sesi olduğundan bahsettiğinde örneğin “Kimse sesini duymak istemiyor” şeklinde oldukça demoralize eden bir cevapla karşılık verebiliyor. Neden bu kadar sert olduğunu ise kestiremiyoruz; konuşmasının başında Charles kendisini yerdiği için mi, yoksa geleceğin kralına tecrübe ile sabit unutulmaz bir ders vermek için mi? Diziyi izlemeden bu yazıyı okuyorsanız üçüncü sezonun Elizabeth’inde bir noksanlık olduğunu düşünebilirsiniz ancak Claire Foy’un yerini alan Olivia Coleman sayesinde durum hiç de böyle değil. Coleman; yalnızca kaşlarını kaldırarak, gülümseyerek, tonlamasını sadece bir tık sertleştirip yumuşatarak bile izleyeni Elizabeth olduğuna ikna edebiliyor. Öfke, hayal kırıklığı, özlem, mutluluk gibi insanın kendini dizginleyemediği duygularda bile hem minimal oynayıp hem muazzam etki yaratabilmesi kesinlikle hayran olunacak bir oyunculuk örneği.
Matt Smith’in yerine Prens Phillip’i canlandıran Tobias Menzies Outlander sevenlerin bildiği üzere başarılı performansı yüzünden halihazırda kendisinden nefret edilen bir isim. Menzies’in şansına üçüncü sezonun Prens Phililp’i de kendini pek sevdirmemekte. Hatta birinci ve ikinci sezonda genç ve deneyimsiz oluşuna verebileceğimiz yanlış kararların hala sürdüğünü, bir de kendinden daha emin halde yapıldığını görmek “Bubbikins” sayesinde gösterebileceğimiz empatiyi bile tehlikeye atmakta. Bu sezonun Phillip’i evliliği ve Kraliçe’nin yanındaki konumu konusunda sorun yaşamamakla birlikte ülkenin refah durumu iç açıcı olmamasına rağmen halktan alınan vergiler sayesinde sürdürdükleri yaşamda daha fazla gelire ihtiyacı olduğunu büyük bir gafletle (ego da diyebiliriz buna) dile getirebiliyor. Gafletini düzeltmek için seçtiği yol ise dönemin insanlarından ne kadar da kopuk ne kadar kendi aklında yaşadığının altını çizen bir başka hataya sebebiyet veriyor. Charles’a karşı gösterdiği tutum ise Elizabeth’inkinden bile daha sert zira Elizabeth kötü de olsa diyalog kurarken Phillip için Charles kaale dahi alınmayacak bir hayal kırıklığı. Nitekim izlenimlerini birlikte çektikleri sahnelerden değil gıyabındaki konuşmalarından ediniyoruz. Prens Phillip’in odak noktası olduğu Ay Tozu isimli bölüm ise Tobias Menzies’in ne kadar yetenekli olduğunu bir kere daha hatırlatmakta. Birçok açıdan oldukça durağan, oldukça yavaş ilerleyen bölümde çoğu zaman diyalog dahi kullanılmadan Menzies’in oyunculuk yeteneğine altından ustalıkla kalkabildiği büyük bir sorumluluk verilmiş. Bölüm süresince klasik hale gelmiş olan orta yaş krizi bilim, iman ve insan üçlüsü üzerinden gayet güzel bir şekilde aktarılmakta.
Hangi projede yer alırsa alsın, hangi rolde olursa olsun ismini anmadan geçemeyeceğimiz Helena Bonham Carter bu sezon Vanessa Kirby’nin yerine Prenses Margaret’i canlandırmakta. Birçok röportajında bir medyum aracılığıyla Prenses Margaret’in ruhu ile konuştuğunu ve kendisinin onayını aldığını dile getiren Carter’ı her kim bu şekilde ikna etmiş ise iyi ki etmiş. Zira Peter’ın Margaret’ı sık ve ani duygu geçişleri yaşayan, eğlenceli ve dinamik olduğu anlarda bile ikinci çocuk olarak doğmanın lanetini üzerinden atamamış, kraliçe olmaya daima imrenen, daima sevilmek isteyen bir Prenses. İlk sezonda eğlenceli ve hayat dolu yanını gördüğümüz Margaret, ikinci sezonda ekseriyetle kızgın ve kırgındı. Üçüncü sezonun Margaret’ı ise Helena Bonham sayesinde bu iki prensesi bir potada eritmeyi mükemmel şekilde başarıyor. Dağıttığı anlarda bile cümlelerini ifade ediş şekli o kadar aklıselim o kadar tutarlı ki bir an duygularıyla değil de tamamen mantığı ile konuşan bir insan olduğunu hissiyatı yaşatıyor. Öte yandan mimikleri, bakışları ve hatta vücut diliyle bu cümlelerin tamamen hayal kırıklıklarından, canının yandığı yerden geldiğini asla unutturmuyor. Bu sebeptendir ki sezon “Yürekten Haykırış” (Cri de Coeur) adlı bölümü izleyenler doğum günü kutlaması sırasında şımarık addedilen prensesle empati kurabilip Phillip’e bir tık daha uyuz olacaktır. Yine aynı bölüm birçok kez feci derecede tökezlemesine, tüm yorgunluklarına rağmen başını suyun üzerinde tutmaya çalışan Prenses Margaret’i odak noktası olarak alıp Helena Bonham sayesine izleyene oldukça keyifli bir final sunmakta.
Sezonun kayda değer bir diğer ismi ise Prens Charles’i canlandıran Josh O’Connor. Prens Charles’in yapı itibariyle babası gibi olmadığını, İskoçya’da eğitim aldığı okulda da zorbalığa maruz kaldığı bilgisini edinmiştik. Phillip’in Charles’i hayal kırıklığı olarak gördüğünü ve bunu saklamadığını dolayısıyla da Charles’in birçok manada yetersiz olduğu hissine kapıldığını; Phililp hayatta olmasına rağmen birçok kez vurgulandığı üzere Phillip’in amcası Lord Mountbatten’ın Charles’a baba figürü olduğu da verilen bilgilerden. Bilgilerin tarihsel doğruluğu teyit edilememekle birlikte gerçek hayattaki Charles’in omuzlarını öne düşürerek yürüyüşü, kaşlarını kaldırarak konuşması, sesindeki Posh ve sakinlik hal O’Connor’un oyunculuğuyla bir bağlam kazanmış oluyor. Dizideki Charles da tıpkı gerçek hayattaki gibi kurallar çerçevesinde kime selam vermesi, masanın neresine, nasıl oturması gerektiği gibi eğitimini aldığı noktalarda kendinden oldukça emin. Ancak bariz olan bir şey var: O’Connor’un Charles’i kral olmaya hala hazır değil. Kraliçe hayatta olduğu sürece arafta yaşamaya devam edeceğinden; hem elzem hem lüzumsuz, hem özgür hem mahkum olduğundan Elizabeth’in aksine halen kendisinden, arzularından vazgeçebilmiş değil. Bir diğer yandan aynı ikilem yüzünden yüzünden tam manasıyla kendisi de olabilmiş değil. Belki de bu yüzden gelecekten veya kendisinden bahsettiği her sahnede canı yanıyormuş, karşısındakini incitmekten korkuyormuş gibi bir yüz ifadesine takınmakta. Bu durumu en iyi gözlemleyebileceğimiz ve O’Connor’un performansını taktir edebileceğimiz bölümler ise “Galler Prensi” (Tywysog Cymru) ve “Boşlukta Sallanan Adam” (Dangling Man).
Bu isimlerin yanı sıra Erin Doherty (Prenses Anne), Charles Dance (Lord Mountbatten), Jane Lapotaire (Yunanistan ve Danimarka Prensesi Alice), Derek Jacobi (Windsor Dükü) de performanslarıyla üçüncü sezonun seyir keyfinin katlanmasını sağlayan unsurları arasında.