Psikolojide “parasosyal davranış” adı verilen bir kavram vardır. Kabaca tabir edecek olunursa bir insanın anlamlı bir etkileşimde bulunmamış olmasına rağmen bir başka insanla karşı duyduğu tek taraflı yakınlık ve ilgi olarak açıklanabilir. Buna göre farkında olmasak da günümüz dünyasında bizlere güzellenen maddi zenginlik, dış güzellik, statü sahibi olmak gibi olgular söz konusu yakınlığın ve ilgilin temel dayanaklarını oluşturmakta. Bu dayanaklara karşı çıkmak isteyebilirsiniz. Ancak çocukluk dönemlerinizi düşünün; özellikle de masallarla büyümüş olanlarımız katılacaklardır ki esas karakterler ya zengindir ya da zenginliğe ulaşır ya çekicidir ya da çekici hale gelir ve hatta etkileyici bir yanları da vardır, sözlerini dinlettirebilirler. Bu masalların yetişkinler için daha gerçekçi olan türleri ise sporcuların, başarılı iş insanlarının, politikacıların ve sanatçıların hayatlarıdır. Bu hayatlara duyulan hayranlık ilginin odağındaki kişiler kadar ilgiyi duyan kişilere göre de değişkenlik göstermektedir. Ancak kesin olan bir şey var ki bu hayatlara günlük hayatımızda sürekli maruz kaldıkça sürekli yeni mevzu depolanan bir ilginin devamlılığı sağlanmış oluyor. İşte bu noktada yıllardır ilgisini kaybetmeyen, yetişkinlere masallar misali bir kaynağın varlığı dikkat çekmekte: Kraliyet Ailesi. Ve Netflix de bunun gayet farkında.
Kraliyet ailesi ile ilgili hayranlık uyandıracak ancak aileyi de kızdırmayacak bir yapım için en uygun isim kimdir, deseler şüphesiz akıllara gelen ilk isim Peter Morgan olur. The Other Boleyn Girl, Deal, Henry VIII gibi İngiliz tarihine ilişkin birçok senaryoda imzası bulunan Peter Morgan, Helen Mirren’in büyüleyici performansı ile Kraliçe 2. Elizabeth’i canlandırdığı The Queen ve The Audience ile Netflix’in dikkatini çekmeyi başardı. İsminin “The Crown” olacağı ilan edilen, dünyanın en uzun soluklu kraliçesi 2. Elizabeth’in hayatını konu alacak olan dizinin Netflix’in şimdiye kadar ki en büyük bütçeli yapımı olmasını ise parasosyal davranış açısından oldukça makul olduğunu düşünmekteyim.
1. Sezon: Isınma Turu
Kasım 2016’da yayınlanmaya başlayan Crown’ın ilk sezonu 2. Elizabeth’in Prens Phillip ile evliliğini ve Kral 6. George’un vefatı üzerine 2. Elizabeth’in Kraliçe ilan edilişini odak olarak alırken; Prenses Margaret’in Peter Townsend ile ilişkisi, Winston Churchill’in Başbakanlık yolculuğunun son dönemlerini, tahtan çekilmiş olan eski kral 8. Edward’ın ailesi ile olan ilişkileri, II. Dünya Savaşı sonrası değişmeye başlayan ülke ilişkileri çevresel konuları oluşturmakta. 1955 yılına kadar yaşanan hadiselerin anlatıldığı birinci sezon bir bakıma belgesel hissi verse de tarihsel gerçekçilik konusunda oldukça serbest davranışı dikkatleri çekmekte. Örneğin 2. Elizabeth’in Kraliçe ilan edilişinin ardından özel kaleminin kim olacağına ilişkin hiçbir sorun yaşanmamıştır. Ayrıca Kraliçe 2. Elizabeth hiçbir zaman Prenses Margeret’in Peter Townsend ile evlenmesini destekleyeceğini açık bir şekilde kabul etmediği gibi Prenses Margeret, Kraliçe’nin seyahatleri sırasında naiplik görevi üstlendiğine dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla izlemeye başlandığı ilk bölümden itibaren gerçeklik algısına çok da önem verilmediği akılda tutulmalı. Fakat muazzam yetenekli kadrosu dolaysıyla bunu başarmak pek de mümkün olmuyor. Peter Morgan her ne kadar sıkıcı, kurallara sadık, tahmin edilebilir bir 2. Elizabeth betimlemiş olsa da Claire Foy, kendini tecrübesiz görse de yetersiz hissetse de kraliçe olmanın yükünüyle eş olmanınkini aynı anda taşımakta zorlansa da duygularını dizginlemeyi bilen, endişelerine rağmen yoluna devam etmeye çalışan bir kraliçe sunmakta. Özellikle de artık kendi kişiliğinden önce görevinin geldiği, hislerini bir kenara bırakıp Kraliçe olmaya başlaması söylediği andan itibaren Foy’un oyunculuğu iyice kendini göstermeye başlıyor. Foy oyunculuğunda o kadar ölçülü ve minimal ki sadece mimikleri, ses tonunun ayarı bile bir kraliçeyi izlediğinize ve hatta onun gerçekten de 2. Elizabeth’in gençliği olduğuna ikna olmanızı sağlıyor.
Öte yandan Dr. Who’dan tanıdığımız Matt Smith’in canlandırdığı Prens Phillip oyunculuk açısından daha fazla hareket alanına sahip. Yunanistan ve Danimarka Prensi Phillip, Kraliçe Elizabeth ile evlenmek için ünvanlarından resmen vazgeçmeden önce de çekici, özgüveni oldukça yüksek, cesur bir İngiliz Kraliyet Donanması askeri olarak biliniyordu. Dolayısıyla Matt Smith tam da istenen o saygılı ancak üzerine gidilmemesi gereken gururlu adamın yanı sıra hem eşinin kraliçe olmasından memnun olan hem de bu durumdan ötürü gölgede kaldığı için egosu rahat etmeyen adamı oldukça güzel harmanlamış. The Crown için Prens Phillip betimlenirken şüphesiz Kraliçe’ye göre daha rahat davranıldığından zeki olmasına rağmen, gamsızlığın verdiği kofluk, Smith’in oyunculuğu ile birleşince akılda kalıcı sahnelerin yaşanmasını mümkün hale gelmiş.
Akılda kalmak demişken, 1. Sezonun bahsetmeden geçilmemesi gereken iki ismi Kral 6. George’u canlandıran Jared Haris ve Winston Churchill’i canlandıran John Lithgow’dur. Kral 6. George İngiliz tarihine “Büyük”, “İhtişamlı” gibi tanımlamalardan ziyade “Dutiful” yani görevine sadık bir kral olarak geçmiştir. Normal şartlarda kral olmayacakken ve buna göre yetiştirilmemişken kardeşi 8. Edward’ın sevdiği kadınla evlenmek için tahttan çekilmesi (çünkü kilise o dönem boşanmış kişilerin yeniden evlenmesine karşı çıkmaktadır) üzerine kral olur, kekemedir ve de göz önünde olmayı hiç de sevmez. Buna rağmen II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı hüküm süresince W. Churchill ile başarılı bir ikili olmuş ve halkı tarafından sevilmiş, iyi bir insan addedilen bir kraldır. Jared Harris de tam bunu sunuyor. Hasta olmasına, sonunu görmesine rağmen görevini halen titizlikle yerine getiren, nekahet döneminde bile seçim sonuçlarını soran ve halkının, ailesinin kendisine olan sevgisini gördükçe mutlu olan bir kral. Dolayısıyla vefat haberi geldiğinde sanki siz de bu adamı tanıyormuşsunuz gibi hüzünleniyorsunuz. İngilizler ‘in birçoğu tarafından “En büyük Briton” addedilen Winston Chuchill, II. Dünya Savaşı boyunca İngiltere’yi ayakta tutmayı başarmış bir bakandır. Dizide de olduğu gibi o dönemin İngilizleri tarafından çok sevilmektedir. Ayrıca aşırı zorlu ve zeki bir kişilik olduğundan siyasi arenada İngilizler adına birçok kez büyük zaferler elde etmiştir. John Lithgow, Churchill dendiğinde akla gelen ilk isim olmamasına rağmen ne kadar Churchill olunabiliyorsa o kadar olmuş. Eminim repliklerinin oldukça Churchill vari yazılmış olmasının büyük bir etkisi vardır ancak öfkeli hallerinden homurdanışlarına, aklıselim anlarına kadar gerçekçi bir oyunculuk sahnelemesi büyük bir seyir keyfi adeta.
Birinci sezonun çevresel konularında yer almasına rağmen sık sık gördüğümüz bir diğer karakter ise Prenses Margeret. Tıpkı Matt Smith gibi Prenses Margeret’ı canlandıran Vanessa Kirby’nin de hareket alanı oldukça geniş. Çünkü dizide kraliçe duygularına ne kadar gem vuruyorsa Margeret o kadar kartlar açık yaşıyor, kraliçe ne kadar aklıselim davranıyorsa Margeret o kadar hayatı geldiği gibi yaşamak istiyor. Tabi bunu yaparken prenses olmanın getirdiği faydalardan da sonuna kadar yararlanıyor. Kirby; seksi, kıvrak zekalı olduğu kadar kırılgan ve temelde özgürce yaşamayı arzularken prenses olmaktan da vazgeçmeyi istemeyen arada kalmış kız kardeş betimlemesi ile dizinin en tahmin edilemeyen karakterini başarılı bir şekilde yansıtıyor. Bu bakımdan aslında Kirby, The Crown ne kadar heyecan sunabiliyorsa (!) o kadarını temin eden karakteri de canlandırmış oluyor. Bu noktada Kirby ve Foy’un kimyalarının tutması izleyiciler açısından oldukça haz verici bir nokta zira iki kardeşin dizide birbirinden oldukça farklı. 2. Elizabeth aslında ailesinden başka bir şey düşünmemeyi tercih etmesine rağmen Kraliçe olmasından ötürü görevini öncüllemişken, Prenses Margeret’in da spot ışıklarının üzerinde olmasına bayılmasına rağmen Elizabeth’in kendisinden önce ve önemli olduğunu kabul etmek zorunda kalmış bulunmakta. Bu durumun gerçek olup olmadığını muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyecek olmakla birlikte kardeşler arasındaki gerilim, Foy ve Kirby keyifle izlenen sahneler sunmakta.
2. Sezon: Kraliyet Sevgisi
The Crown’un 1947 – 1955 yılları arasında geçen birinci sezonu genel olarak başarılı oyunculuklar, göz alıcı çekim açıları ve muazzam bir bütçeye sahip tarihsel olaylara kendi gerçekliğinden bakan bir dizi olarak oldukça beğenildi. Nitekim üç Emmy ve iki Golden Globe kazanarak bu beğeniyi tescillemiş oldu. 1957 yılında Kraliçe 2. Elizabeth ile Prens Phillip’in evliliklerinin geleceği hakkında konuştuğu anlardan başlayan ikinci sezon, doğal olarak ikilinin ilişkisinin bu sezonda da odak noktalarından biri olacağını net bir şekilde göstermekte. Bununla birlikte 1956 Süveyş Krizi, Sırasıyla Başbakan Anthony Eden ve Başbakan Harold Macmillan’ın istifaları, Alec Douglas-Home’un söz konusu yıllar arasında göreve gelen üçüncü başbakan oluşu, Prenses Margeret’in Anthony Armstrong-Jones ile evliliği, 1963 yılında yaşanan Profumo hadisesi kayda değer hadiseler olarak işlenirken Prens Andrew ve Edward’ın doğumlarına da değinilmekte. Matt Smith, Claire Foy, Vanessa Kirby, Jeremy Northam (Anthony Eden), Alex Jennings (8. Edward) gibi birinci sezondan da tanıdığımız isimlerin yanı sıra Matthew Goode (Tony Amrstrong-Jones), Anton Lesser (Harold Macmillan) gibi tanınmış isimleri de kadroya dahil olduğunu görmekteyiz.
Birinci sezondaki tecrübesiz ve endişeli halinin aksine 2. Elizabeth’in olduğu yeri daha fazla benimsemeye başlaması, on yıllık bir tecrübeyi ardında bırakması ve W. Churchill dahil dört farklı başbakanla çalışmış olması ile bu sezon daha dik duran, soru sormaktan daha az çekinen bir kraliçe ile karşılaşıyoruz. Bununla birlikte evliliği konusunda açmazlara düşenin, hem Phillip’e olan sevgisi hem de boşanmış bir kraliçe olamayacağı düşüncesiyle kırmızı bayrakları sinir bozucu bir şekilde görmezden gelmeye hazır olanın da yine aynı kişi olması Claire Foy’un minimal ve bir o kadar da başarılı oyunculuk yeteneğini bir kez daha göstermesini sağlamış bulunmakta. Prens Phillip ise birinci sezondaki hallerine ek olarak eşinin kraliçe olduğu ve kendisinin ikinci planda geldiğini görmemek için hovardalığa kaçacak derecede eğlence düşkünlüğü ve umarsızlığı ile karşımıza çıkmakta. Ancak Peter Morgan bu tür bir Phillip ile sınırı aştığını düşünmüş olacak ki “A Company of Men” ve “Vergangenheit” gibi bölümlerde bu hallerinin Prens’in bu hallerinin ardında aslında halen geçmişiyle boğuşan biri olduğunu gösterme çabasına girmiş. Dolayısıyla Matt Smit’in ikinci sezondaki performansı çok da yabancı gelmeyen dertlere sahip olmasına rağmen tavırları ile izleyenleri kendisinden uzaklaştıran Phillip’i başarılı şekilde harmanlamış bulunmakta. Prenses Margeret’i canlandıran Vanessa Kirby ise Peter Townsend ile evlenmesine izin verilmediği için mutluluğa olan inancını yitiren ve bu yüzden ailesini, bilhassa da kızkardeşini suçlayan Prenses Margeret’in pesimist hallerini oldukça güzel yansıtmakta. Prenses Margeret’in bakışlarında dahi umutsuzluğun ve yılgınlığın hakim olduğu hayatı Anthony Armstrong-Jones ile tanışmasıyla muazzam bir değişim yaşar. İlişkilerinin sarpa sarmaya başlamasıyla bu sefer de öfkeli ve huysuz hale gelmesi ise bu sezon da Kirby’nin kesinlikle durağan olmayan karakterini canlandırması için fırsatlar sunmakta.
The Crown kadrosunun ikinci sezonda da oldukça göz dolduran performanslarına rağmen gerçeklik sorunu bir kere daha akıllara gelmekte. Bu yalnızca senaryo değil performanslar konusunda da geçerli. Örneğin İngiltere’nin Başbakanı olmak gibi önemli bir siyasi görevi yerine getiren ve oldukça önemli bir görüşme için seyahat etmekte olan Anthony Eden; gerçekten de Jeremy Northam’ın canlandırdığı gibi görüşmeler sırasında televizyon karşısında sızan emekli amcalar gibi uyuyakaldı ya da görevinin yerine getirdiği anların neredeyse hepsinde sinir krizinin eşiğindeymiş gibi mi davrandı? Eğer gerçekler bu yöndeyse Northam da Morgan da tebrik edilmeli. Değilse Morgan’ın Eden betimlemesi oldukça düşündürücü. Aynı düşündürücülük özellikle de Kennedy ailesinin Buckhingam ziyaretini konu alan bölümde yadsınamaz hale gelmekte. Dexter’tan tanıdığımız Michael C. Hall’un canlandırdığı John F. Kennedy ve Jodi Balfour’un canlandırdığı Jackie Kennedy karakter olarak oldukça negatif betimlenmenin yanı sıra seyahatleri sırasında sakinleşmek adına sürekli ve tavırları kayda değer derecede etkileyecek dozda uyuşturucu kullanan bir çift olarak gösterilmekte. The Crown’un belgesel olmadığı bariz ancak bu derecede tarihsel serbesti bir yerden sonra Kraliçe 2. Elizabeth’i ben bile canlandırabilirmişim hissi vermekte.
Öte yandan söz konusu başka ülkeler ve Kraliçe 2. Elizabeth dışındaki kişiler olduğunda oldukça rahat ve özgür bir tavır takınan senaryo 2. sezonun sonlarına doğru tek amacının kraliçeyi krizlerin ve mantıksız hareketlerin ortasındaki aklıselim kaide gibi göstermek olduğu hissi yerleşmeye başlıyor. Nitekim, kraliyet ailesi kendi içinde dahi kilisenin boşanan kişilerle evlenmeye karşı çıkışını mevzu etmemekte. Daha da ilginci günümüzde çekilmiş olmasına rağmen ne 8. Edward’ın II. Dünya Savaşı’nı kazanmak uğruna Nazi Almanyası’na yakınlaşması eleştirilmekte ne de “Commonwealth” (Milletler Topluluğu) adı altında yıllarca sürmüş olan kolonizasyon. Bu açıdan bakıldığında ısınma turunun ardından kendi sesini bulmasını beklediğim The Crown; 2. Elizabeth Çağı’nın Shakespeare’i olma yolunda ilerleyen Peter Morgan’ın parasosyal davranış ile yoğrulmuş, ardında büyük emekler ve senaryolar olan bir dizi olduğunu düşündürmekte. Nitekim ilk sezonunun aksine ikinci sezonunda en iyi drama dizisi alanında ödül kazanamayan The Crown’un kadrosundan ziyade senaryosunda değişiklik yapılması gerektiğinin altı çizmekteydi.