Romantizmin sürekli form değiştirdiği yadsınamaz bir gerçek. Nesilden nesile değişkenlik gösteren yapısı onu bazen kalplere ve çiçeklere boğarken, bazen de yalnızlığın romantik tarafı vurgulanıyor. Romantik komedi filmlerini / dizilerini de bu eksenden ayrı düşünemiyoruz bu durumda. Dizileri burada üstüne basarak vurgulamak istiyorum çünkü dizilerin, filmlerin yerini fazlasıyla doldurduğu çağımızda, romantik komedi yapımları da payına düşeni aldı.
90’larda başlayan ve 2000’lerin başını da kapsayan süreç, romantik komedinin adeta altın yıllarını yaşadığı bir dönemi içine alıyor. Şimdiden bir çoğunuzun iç çekip nerede o Julia Roberts‘lar, Meg Ryan’lar, efendime söyleyeyim Hugh Grant’lar dediğinizi duyar gibiyim. Açıkçası sizi bilmem ama ben sık sık kuruyorum bu cümleyi. Fakat gelişen teknolojiler ve kültürel yapılanma sonucunda o arkamızda bıraktığımız romantik akım birçok insana sıkıcı gelmeye başladı. İlişkilerin bile karşımızdakini bir parmağımızla sağa ve sola atarak yaşandığı bir dönemde elbette bu bahsettiğim isimlerin oynadığı filmler kulağa çiğ gelebiliyor.
Sadece aşktan beslendiği sanılan ama oysa ki çekildiği dönemin kültüren yapısını gözler önüne süren romantik komediler üzerinden çekildiği yıllardaki kültürel yapıyı gayet rahat okuyabiliriz. Zira 70’li yıllara gittiğimizde seks ve özgürlüğün daha fazla yansıdığını, kendini bedeni üzerinden ifade eden karakterlerin varlığıyla okuyabiliriz. Buna en güzel örnekler Woody Allen‘ın filmleri. Karakterlerinin birçoğu aşkın peşinde koşmak yerine kendilerini ve cinselliklerini keşfetmekle vakit harcarlar.
Karakterlerini tek bir tipe (bu tek tip yakışıklı bir erkek ve güzeller güzeli bir kadın oluyor) indirgemeyen Allen, her filminde bizi karmaşık aşk ilişkilerinin içine sokar. Örneğin 1979 yılında çekttiği Manhattan filminde 17 yaşında bir kızla flört eden fakat arkadaşının metresine aşık olan bir adamın hikayesini izleriz. Woody Allen örneği aslında sadece dönemin koşulları konusuna örnek vermek adına araya dip not olarak girdi. Şimdi asıl konumuza geri dönelim ve yineleyelim: Nerede o eski romantik komediler?
90’lı yıllara gittiğimizde filmlerde salt romantizm görürüz. Birçoklarının hayalindeki aşk bu filmlerdedir. Ya da bu filmlerde öyle gördüğümüz için hayalimizdeki aşk o forma bürünmüş de olabilir pek tabii. Daha sonra – ki bu 2000’lerin ortası oluyor – filmlerde seks ön plana çıkarıldı ve romantik komedi filmlerinde romantik kısmı çok az görür olduk. Şu sıralar ise izlediğimiz birçok romantik komedi yapımında bireyin yalnızlığını ve kendini keşfetmesini izliyoruz.
Özellikle kadın karakterlerin üzerine yüklenen kendini keşfetme ve kariyerine odaklanma durumu neredeyse yapımların yarısından çoğunun ana konusu haline geldi. Romantizmin ikinci plana atıldığı bu yapımlarda kadının gücü ön plana alınarak bir yerde romantizme ihtiyacı olmadığı gösteriliyor. Buna en güzel örneklerden biri Brittany Runs a Marathon filmi. 2019 yapımı olan filmde, özgüven problemi yaşayan ama bir türlü bunun üstesinden gelemeyen bir kadını izliyoruz. Film boyunca Brittany‘nin dönüşümü ise adeta izleyene “bunu sen de yapabilirsin” mesajı veriyor. Hayatında romantizmi ikinci plana atmış olan ve bunu sık sık dile getiren kadın karakterimiz aslında günümüzde yaşamakta olan birçok kadının da temsili oluyor. Bir nevi 2000’ler başı romantik komedi yapımlarındaki çapkın erkek, şimdilerde yerini cinselliğini keşfetmekten korkmayan çok eşli kadına bırakıyor.
Her çağın kendi romantizmini doğurduğu da bir gerçek. Tamam 90’ları çok seviyoruz ama çekilen yeni romantik komedilerin de hakkını yememek lazım. Jenerasyonlara göre kabuk değiştiren yapımlar, nihayetinde bize aşkı aramaktan vazgeçmeyin demeye devam ediyor. Son yıllarda çekilmiş ve epey ilgi görmüş olan Lovesick, bu tarz yapımlardan biri bana kalırsa. Bulaşıcı bir cinsel hastalığa yakalandığını öğrenen karakterimiz tüm eski cinsel partnerlerine ulaşarak onları bu konuda haberdar ediyor. Tabii onları bu durumdan haberdar ederken bir yandan da eski ilişkilerinde yaptığı hatalarla yüzleşiyor. Ve sonunda anlıyor ki aşk aslında bizim her daim baktığımız ama göremediğimiz bir yerde duruyor.
Bir diğer göze çarpan ve aslında en önemli dönüşüm ise; eski romantik komedilerde yalnızca beyazların ve heteroseksüellerin aşklarını izliyor oluşumuzdu. Beyazların hakimiyetindeki bu alan daha da genişleyerek kendine daha geniş bir yelpaze oluşturdu. Bunda özel platformların da itici gücü yadsınamaz derecede büyük. Bağımsız yapımlar ya da kucaklayıcı bir yayın politikasıyla birlikte, ekranlarda aşkın çeşitlenmesini daha fazla izler olduk.
Bir yandan da şimdiki romantik komedilere baktığımızda aslında yeniden bir cinselliğin keşfini ve daha özgür yaşandığını görüyoruz. Bu durumda 70’lerle ne kadar paralel gittiğini görmemek imkansız. 70’lerdeki özgür yaşam biçimine yıllar sonra, kültürel gelişimle birlikte yeniden dönüldüğünün de bir işareti bu. Bununla birlikte şahane kadın yazarların elinden çıkan güçlü – güçsüz kadın hikayelerine de sık sık rastlıyoruz. Son yılların en çok konuşulanlarından biri Phoebe Waller-Bridge gibi. Crashing ve Fleabag gibi dizileri kaleme alan yazar – oyuncu, yaşadığımız dönemde kadın olmayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Yeni nesil romantik komedilerin bir diğer güzel tarafı ise beden olumlamasına giderek, kapsayıcılığını genişletmesi. Kadınların daha cüretkar tarafını gördüğümüz bu son dönem filmleri ve dizilerinde karakterlerin sevmeyeceğimiz tarafı da bize gösterilerek bir yerde karakter iki boyuttan üç boyuta çıkarılıyor. Güzel ve çekici kadının yerini komik ve izleyicinin daha fazla kendisiyle özdeşleştirebileceği kadınların alması ise romantizmi bulutların üzerinden alıp bizimle aynı yere taşıyor.
Romantik komediler her zaman için kolay tüketilebilir ve ucuz olarak görülmüştür. Aslında dönüp gerçek dünyaya da baktığımızda insanlar için gerçek dünyada da romantizm bir çerezden öteye gidemez. 2011 yılı da romantik komediler için altın bir yıl diyebiliriz. Buna verilebilecek en güzel örnek elbette Crazy Stupid Love filmi. 90’ların dokusunu hala üzerinde taşıyan film, bir nesli Ryan Gosling‘e aşık etmesiyle de meşhur. Şimdilerde aşkların daha çok sanal yaşandığı, her şeyin telefon ekranında başlayıp orada bittiği dönemlerden geçiyoruz. Love Guranteed bunun için başarılı bir örnek.
Hala eski romantizmin tadını taşıyan filmler de var elbet. 2020 yapımı olan Holidate filmi bizi 90’ların romantik komedilerinin atmosferine götürmedi desek yalan olur.
Daha buraya binlerce romantik komedi filminin adı yazılabilir. Açık konuşmak gerekirse romantik biri olduğumu söyleyemem fakat romantik komedi filmlerinin beni hayale daldıran güzelliğini de reddedemem. Nihayetinde ilk gençliğe geçiş yıllarımızda aşkın ne olduğunu o karakterlerden öğrendik birçoğumuz.
Elbette biliyorum ki artık kimse How To Lose a Guy in 10 Days filmindeki Benjamin gibi Andie‘sinin peşinden koşmayacak ya da kendisine döndürmeyecek ama aşkın gücü daima bu filmlerin bir parçası olacak.