L’avenir yeni dönem Fransız sinemasının önemli isimlerinden birisi olarak görülen, ilk yönetmenlik deneyimleri olan Le Père de Mes Enfants (Çocuklarımın Babası) ve Tout est Pardonné (Her şey affedildi) filmleriyle Cannes’dan çeşitli ödüllerle dönen Mia Hansen-Løve’ın yazıp yönettiği, Isabelle Huppert gibi prestijli ve deneyimli bir ismin de başrolünde olduğu 2016 yapımı filmdir. Film gösterime girdiği sene Mia Hansen-Løve’a gümüş ayı getirmiştir. Mia Hansen-Løve’ın annesinin hayatından esinlenerek çektiği film aynı zamanda biyografik bir yapım olarak da görülebilir.
Somut Felsefe
Eğer sinefil veya Avrupa sinemasını takip eden birisi değilseniz bu filmle karşılaşmanızı sağlayacak sebep çok büyük ihtimalle felsefedir. Sinema tarihinde felsefe ile filmlerin buluştuğu ve bu birliktelikten gerek insanları düşünsel olarak etkileyen gerekse tarihe yön veren birçok yapım ortaya çıkmıştır. Bu birlikteliğin en büyük sebebi olarak sinemanın, felsefenin soyut kavramlarına somut bir zemin hazırlaması gösterilebilir. Fakat diğer filmlerden ayrılarak ‘felsefi film’ sıfatını kazanan bu filmler arasında da bir ayrım yapmamız daha sağlıklıdır. Matrix, Groundhog Day ve Truman Show gibi filmler felsefi bir düşünceyi temel olarak oluşturulmuş yapımlardır. Stalker, My Dinner with Andre ve The Man from Earth gibi filmler ise felsefi düşünceye iten yapımlardandır. ‘Felsefi film’ sıfatında L’avenir’i daha çok ikinci kısma dahil olan bir yapımdır.
Film, baş karakter Nathalie’nin (Isabelle Hurpert) hayatında büyük değişimler yaşadığı ve bu değişimlere karşı verdiği tepkileri içeren bir dönemi konu alıyor. Bu konu filmin büyük bir kısmını kapsamakla birlikte diğer karakterlerin de kendi hayatlarındaki büyük değişmelere gösterdiği tepkiler de filmde işlenmiş. Bunun yanında Nathalie bir felsefe öğretmenidir. Filmin bu kurgusu değişimlere ve tepkilere felsefi bir perspektif hazırlıyor. Filmde aynı zamanda işlenmek istenen fikri daha iyi idrak etmeyi sağlayacak alegorik bir yapı ve çeşitli göndermelere mevcut.
Bu alegorik yapıya, filmin imza sahnesi sayılabilecek özgürlük konuşmasının, Nathalie’nin büyük ve her şeyin birbirine geçtiği bir şehirden, bağımsız bir eve yaptığı seyahat esnasında gerçeklemiş olması ve bu sahnedeki kamera hareketleri ve annesinin kedisi doğada kaybolunca çok sevdiği eski öğrencisi Fabien ile aralarında geçen ve tüm o büyük değişimlerden sonra kendi kayboluşunu ve kendini yeniden bulmasını ölçekleyen aşağıdaki diyalog örnek verilebilir. Filmde Blaise Pascal, Arthur Schopenhauer gibi birçok ismin yanında Abbas Kiyarüstemi’nin benzer yapıdaki filmi olan Copie Conforme’ye yapılan saygı göndermesi de izleyiciye ayrı bir seyir zevki yaşatıyor. Film bu tür alt metinlerle hitap ettiği izleyici kitlesinde güzel bir tat bırakabiliyor ama bu güzelliğin alt metinlere çok bağlı olması genel izleyici kitlesine aynı tadı vermeyebilir.
Nathalie: Dışarı hiç çıkmadı. Hayatta kalamaz.
L’avenir
Fabien: Kalır. İçgüdü nedir bilir misin?
Nathalie: Annemin ayaklarının dibinde 10 yıl kaldıktan sonra pek kalmamıştır ondan.
Fabien: Acıktığında geri dönecektir.
Hayat ve Türevleri
Filmin odak noktası Nathalie karakteridir ve Nathalie özelinde filmi anlamak ve yorumlamak zor değildir. Nathalie’nin entelektüel açıdan başarılı bir kariyeri, çeşitli sorunları olan bir aile yaşantısı, karmaşık bir anne-kız ilişkisi yani kısaca etrafını saran bir hayatı vardır. Fakat etrafını saran hayatın ipleri birden gerilmeye ve peşi sıra kopmaya başlar. Bunun sonucunda büyük sarsılmalar yaşar ve hayatının ipleri birden koptuğu için boşluğa düşer. Bu durumu ‘Özgürlüğü buldum. Tam özgürlük. Olağandışı bir şey.’ olarak ifade eder. Fakat anlamda yaşanılan karmaşıklıklar yüzünden buradaki özgürlük ifadesi genellikle yanlış yorumlanır. Özgürlük genellikle hayatta olumlu duygu ve düşüncelerle eşleştirilerek düşünülen bir kavramdır fakat varoluşsal olarak özgürlük büyük bir sorumluluktur.
Kişinin bu sorumluluğu kaldırabilmesi ve kendini tasarlaması gerekir. Aksi hali ise kayboluştur. Nitekim Nathalie ani gerçekleşen bu sarsılmalar ve kendine birden yüklenen bu özgürlük sorumluğu karşısında bir depresyon süreci yaşar ve bu süreç gayet güzel aktırılmıştır. Nietzsche’nin üst-insana olan yolculuğunu aktardığı ‘deve-aslan-çocuk’ rehberini Nathalie’nin hayatına da ölçekleyebiliriz. Nathalie kendi hayatını yüklenen bir deve iken, kendi eliyle olmasa bile hayatı parçalanmıştır ve kendi hayatının bir çocuğu olarak tekrardan yaşama başlamıştır.
Birey odaklı olan film, kendinden beklenildiği üzere Nathalie’nin hayatı özelinde, anlatılmak isteneni -biraz kişisel bir yapım havası verse de- gayet iyi işliyor ve aktarıyor. Ayrıca film diğer birey odaklı filmlerin arasından sivrilmesini sağlayan bir perspektife sahip. Fakat asıl fark yaratan etmenler, filmin konusunun ve ilmek ilmek işlenen perspektifin mükemmel birer tamamlayıcıları olan yan karakterler ve onların işlenişidir. Nathalie için tasarlanan özgürlükçü bakış açısını, arzularımızı temel olan bir yapıda eş/baba karakteri için kullanabiliriz.
Schopenhauer felsefesine güzel bir örnek olabilecek tarzda, babanın mutlu bir aile tablosu içinde yaşadığı sıkıntı ve yeni arzu arayışı çeşitli yerlerde kendini gösteriyor. Kendi zamanından çıkamamış anne karakterinin, kendini geçmiş hayat içindeki çırpınışları ve çocukların edilgen roldeyken yaşadığı değişimler kendisini, Nathalie’nin hayatına bağlı, farklı türevde bir Nathalie hayatı olarak gösteriyor. Yan karakterler arasında aslan payını alan ise Fabien oluyor. Filmde işlenen toplumsal konulara karşılık gelebilecek tarzda inşa edilmiş Fabien karakteri, Nathalie’nin geçmişinin can bulmuş hali olarak seyircinin karşısına çıkıyor. Aralarındaki güçlü bağa rağmen düşünce konularında yaşadıkları çelişmeler, her zamanın kendi doğrusu ve ruhu (zeitgeist) olduğunu gösteren tarzda bir anlatıma sahip.
Nokta Atışı Seçimler
Filmde kullanılan şarkılar ve kullandığı yerler, kilometre taşı olmaları için özenle seçilmiş. Fakat fonda müzik kullanma konusunda çekimser bir hava seziliyor. Bu müziklerin gerekliliği sorgulanabilir konumda ama bu kullanımla anlatım ibresi genel izleyiciden özel izleyiciye doğru kayıyor. Bu konuda yukarıda bahsettiğimiz gibi en fazla değişim yapan filmin alegorik yapısı ve göndermeleri. Anlatımın başarısının bu unsurlara normalden fazla bağlı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Fakat bu konunun akış açısından oluşturduğu boşluğun, planlar, kamera açıları ve oyunculuklar kapanmasını sağlamıştır. Yeri gelmişken, film için cast seçimi konusunda cidden başarılı bir yapım diyebiliriz. Isabelle Hurpert’ın Nathile karakterine kattığı duygu durumu müphemliği ve bağımsız güçlü kadın figürünü yansıtışı oscar adaylığının habercisi niteliğindeydi. Fakat filmin hikayesinde de olduğu gibi, yardımcı rollerdeki sanatçılar, Isabelle Huppert‘ın başarısının en büyük tamamlayıcıları konumdadır.
Filmi genel toplamda ele aldığımızda belirli değişkenler çok bağlı bir yapıda olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda tek seferde hazmedilecek türden bir yapımdan ziyade, daha çok demlendirerek tüketilecek tarzda bir yapısı var. Fakat bunu filmin artıları arasına yazabiliriz. Bununla birlikte uygun koşullar sağlandığında seyir zevki yüksek, anlatımı dolu ve çok yönlü bir film diyebiliriz. Fransız filozof Jean-Paul Sartre’dan bir alıntıyla filmle ilgili son sözü söylemek gerekirse : “İnsan özgürlüğe mahkumdur.”