Kafka, sinemayı tanımlarken “göze bir üniforma giydirmek gibidir” der… Dokunamadığımız ellerin yazdığı satırlara içine bakamadığımız gözlerin çektiği sahneler eşlik eder; başkasının derdini dinler, yeri gelir iç dünyalarına girer, düşüncelerini paylaşır, onlar adına üzülür onlar adına heyecanlanırız. Karanlık bir odada iki saatliğine başkasının hikayesinin misafiriyizdir işte… Biz hikayeyi dinleyip izlerken, çerçevenin fonunu oluşturan mekan ise sık sık değişir, anlatıyla birlikte seyahat edip sinemanın görsel/fotoğrafik tarafını zenginleştirir, duyumsal tarafı için ise tamamlayıcı öğe olur. Uzatmayalım; konumuz, anlatıdaki “akan zaman” – “değişen mekan” arasındaki bu bütüncül ilişkiye meydan okuyan, hikayeyi tek mekana ve sınırlı görsel atmosfere hapseden filmler; yani sinema tarihinde çok özel örnekleri olan tek mekan filmleri.
Kuşkusuz, yönetmenler için tek mekan filmi yapmak iddialı ve zor bir iş olsa gerek. Mekan çeşitliliğiyle zenginleşemeyen sinematografinin yarattığı eksiklik izleyiciyi ayık tutacak güçlü senaryolarla, ince elenip sık dokunmuş karakterizasyon ve kaliteli oyunculuklarla ile giderilir, görsel albeni ise kamera kullanımındaki maharete kalır. Tek mekana sıkışmış sinematografi yeri gelir hikayenin arkasına saklanıp görünmez olur, yeri gelir oyuncuların yüzlerindeki bir mimikten beslenerek büyür… Kimilerinin klostrofobik, kimilerinin ise minimalist sinema olarak etiketlediği ancak etiketlerden bağımsız, mekanın donduğu ama zamanın aktığı bu yol hikayelerinden sinema tarihinde yer etmiş 5 tanesini sizler için derledim…
12 Angry Man – “12 Öfkeli Adam” (1957): Acımasız Bir Şiddet Çeşidi Olarak “Önyargı”
“Konuyu nereye çekerseniz çekin; önyargı gerçeği hep saklar…”
12 Öfkeli Adam, zamansız bir sinema eseri ve tek mekan filmlerinin belki de en ünlü örneği. Film, New York’taki bir adliyenin jüri odasında geçer ve 12 jürinin bir cinayet davası için oybirliğiyle karar verme serüvenini anlatır. İzleyenlere muazzam bir sinema deneyimi sunan bu ilgi çekici mahkeme dramında Henry Fonda, genç cinayet zanlısını idam cezasından kurtarmak için öteki jüri üyelerini mantıklı bir ihtimale karşı uyarmaya çalışan 8 numaralı jüri üyesini canlandırır. Film boyunca jüri üyelerinden sadece ikisinin ismi duyulur ancak her bir üye inandırıcı bir şekilde çizilmiş farklı karakterler olarak ortaya çıkar. Konuşmalar ilerledikçe gerilim yükselir, kişisel önyargılar açığa çıkar, şüphe içeri sızar ve görünüşte somut gibi görünen kanıtlar bile sorgu bombardımanına tutulur. Sinematografisinde geniş alan derinliği kullanılan filmde zaman zaman klostrofobik bir hava oluşurken, gerçekler ön yargı rüzgarında savrulur ve anlatı izleyici için sürükleyici bir seyirlik halini alır. Oyuncu yönetmenliğinin duayen ismi olarak bilinen Sidney Lumet’in direksiyonda olduğu bu “kült” sinema şaheserinin başrollerini Henry Fonda, Jack Lemmon ve George C Scott paylaşıyor.
Shirin – “Şirin” (2008): Zor Coğrafyada Kadın Olmaya Dair Destansı Bir Alegori
“Aşkın masumiyetini ve yalnız ruhunu kara toprağa gömdüler…”
Abbas Kiarostami’nin bu derin ve deneysel eseri, Hüsrev – Şirin – Ferhat arasındaki destansı aşk üçgeninden uyarlanan bir filmi sinema salonunda izleyen kadın suratlarını kadrajın göbeğine oturtuyor. Yüzün üzerinde kadının bir sinemanın karanlığında adeta kutsandığı filmde, Nizami Ganjavi’e ait 12.yüzyil destanından uyarlanan aşk hikayesi görünmeyen sinema perdesinde akarken, Abbas Kiarostami izleyiciyi arka fondaki ses ve filmi izleyen değişen kadın suratları ile baş başa bırakır. Ses ve müziğe suratları ekrana yansıyan kadınların reaksiyonları, özel tepkileri eşlik eder ve hikaye adeta suratlarda vücut bulur. Senaryo arka planda Hüsrev, Ferhat ve Şirin’in aşk üçgenini anlatan bir öykü gibi dursa da, aslında Şirin’in şahsında o coğrafyada yaşayan kadınların yalnızlığına dair bir ironidir. Yönetmen Kiarostami’nin gelenekselleşmiş hikaye anlatımını ters yüz eden ve sanatta sınırları zorlamanın ne demek olduğuyla alakalı tez konusu olabilecek değerdeki bu filmi, görsel atmosfer olarak da duygu zenginliğinin arşa değdiği bir portre fotoğraf şöleni gibidir. Hedieh Tehrani, Niki Karimi, Leila Hatami ve Juliette Binoche da İranlı kadın portrelerini temsil eden tanıdık başlıca suratlar olarak Kiarostami’nin bu görkemli eserinde rol alıyor.
Dogville (2003): Bireyden Topluma; Ötekileştirilmenin Anatomisi
“Bir film ayakkabının içindeki taş gibi olmalıdır…”
Lars von Trier
Kendine zorlayıcı engeller koymaktan keyif alan ve tarzıyla zaman zaman izleyicileri çileden çıkarmayı başaran usta yönetmen Lars von Trier’in referans filmi Dogville’i tüm zamanların en değerli tek mekan filmlerinin arasına yazmamak olmazdı. Dogville, 1930’ların depresyon dönemi Amerika’sından bir kasaba imitasyonu. Hikaye, Grace (Nicole Kidman) adında gizemli bir kadının onu takip eden suçlulardan kaçıp kasabaya sığınmasıyla başlar. Kasaba halkı önceleri bir dizi iş karşılığında Grace’i barındırmayı kabul eder. Zaman ilerledikçe toplumsal kabul için iyi niyetli bir şekilde çabalayan Grace’in etrafındaki gerilimin dozajı yabancıyı ötekileştirme ekseninde gittikçe artar ve savunmasız Grace, Dogville sakinlerinin şiddetli küçümseme ve istismarına maruz kalır. İnsan doğasındaki kötücül tarafın toplumsal bütüne sıçrayışını epik bir dille anlatan film, Grace’in Dogville halkıyla olan ilişkisinden yola çıkıp izleyiciyi iyilik, kötülük, merhamet, kibir, toplum psikolojisi kavramlarının katmanlı bir şekilde sorgulandığı sıra dışı bir deneyime davet eder. El kamerası kullanımını destekleyen sadelik yanlısı Dogma 95 akımının kurucularından Trier’in film repertuarındaki kilometre taşlarından olan Dogville, tiyatro sahnesini andıran dekoru, minimalist kasaba ortamı, sert mesajları ve brecthyen öğelerin hakim olduğu atmosferiyle eskimeyen bir sinema eseri. Düşündürdükleriyle de aynen yönetmenin kendisinin ifade ettiği gibi; ayakkabının içindeki sert bir taş parçası…
Das Boot (1981): Klostrofobinin Derinliklerinde Savaşın Soğuk Suratı
“Hep bu günü hayal etmemizi istemişlerdi. Korkusuz, mağrur ve tek başımıza olacağımız anları. Bunun erkekliğimizin sınanması olacağını, vatan için her şeyi fedâ ederken kimseye ihtiyacımız olmayacağını söylemişlerdi. Ben yalnız olmak istemiyorum. Tek hissettiğim şey korku.”
Fransız Yeni Dalgasının simge yönetmenlerinden François Truffaut en zor şeyin savaş karşıtı film yapmak olduğunu söyler. Nedeni basittir; siz filmi güzelleştirmek istedikçe istemeden de olsa savaşın insanlarda heyecan yaratıcı bir kavram olarak algılanmasına neden olabilirsiniz. Truffaut tezinde haklı ya da haksız; bilinmez. Bildiğimiz, Alman Wolfgang Petersen’in 1981 yapımı ünlü Das Boot’unun savaşın soğuk ve acımasız yüzünü izleyiciye tüm çıplaklığıyla gösterme noktasında unutulmayacak bir yapım olduğu. Türkçeye “Mukaddes Vazife” olarak çevrilen film, klostrofobik denizaltı atmosferinde bir U-Boat mürettebatının hikayesini anlatır. Yıl 1942’dir. II.Dünya Savaşı tüm yıkıcılığıyla sürerken, Alman denizaltı filosu, İngiliz donanmasıyla Atlantik’te amansız bir savaş halindedir. Şiddetli çatışmalar, can pazarı ve uzun süreli sıkıntılarla mücadele etmesi gereken bir mürettebat… Savaş muhabiri Werner, Uboat’ta günlük yaşamı gözlemlerken, kaptan Henrich Lehmann şiddetli savaş karşısında mürettebatın moralini yüksek tutmaya çalışır. Film propaganda içermeyen sürükleyici anlatısıyla izleyiciyi son dakikasına kadar diken üstünde tutarken; senaryonun kırılma anlarında kurduğu duygusal ve empatik bağla savaşın anlamsızlığını, çaresizliği ve yaşama tutunma psikolojisini derinlemesine yaşatır. Tüm zamanların en iyi tek mekan filmleri yerine savaşın trajedisini anlatan en iyi filmler listesi yapsak yine ön saflarda yer verilebilecek filmin başrollerinde Jürgen Prochnow ve Herbert Grönemeyer rol alıyor.
The Man From Earth – “Dünyalı” (2007): Siz Hiç 14.000 Yaşında Biriyle Sohbet Ettiniz Mi?
“Ben Tevrat’la büyüdüm, karım Kuran’la; en büyük oğlum ateist, en genci Scientologist; kızım ise Hinduizm öğreniyor. Sanıyorum oturma odamda din savaşı yapılacak kadar boş yer var. Ama hepimiz “yaşa ve yaşat”ı uyguluyoruz.”
Çok düşük bir bütçe, bir avuç oyuncu, tek mekan ve iyi geliştirilmiş bir fikir başarılı bir bilim kurgu filmi yapmak için yeterli olabiliyor işte. Pek tanınmayan bir yönetmen olan Richard Schenkman’ın filmi, “Star Trek” ve “The Twilight Zone” gibi ses getirmiş dizilerin senaryolarına katkıda bulunmuş, klasik bir bilim kurgu yazarı olan Jerome Bixby’nin marjinal senaryosundan yararlanıyor. John (David Lee Smith), başka bir şehre taşınmaya hazırlanan bir akademisyendir. Meslektaşları ona veda etmek için evinde toplanır. Sıradan veda buluşması John’un ayrılmasının nedenleri konuşulurken bulanık bir hal alır. Dakikalar ilerledikçe gizem artar ve John arkadaşlarına aslında hiç ölmemiş, 14.000 yıl yaşamış bir Cro-Magnon olduğunu ve yaşlanmadığı gerçeğini örtbas etmek için her on yılda bir bulunduğu ortamdan uzaklaştığını itiraf eder. Tarih, biyoloji, arkeoloji ve psikiyatri uzmanlarının bulunduğu ortamda, tema, her bir uzmanın konuyu kendi disiplinlerinin penceresinden değerlendirdiği fantastik bir sohbete dönüşür. Sofistike olmayan sinematografisine ve alçak gönüllü oyunculuk performansına rağmen etkili diyaloglar filme damga vurur ve izleyicide iyi bir klasik bilim kurgu öyküsü okumuş hissiyatı oluşturur. Çağdaş sinemada örnekleri artık pek de görülemeyen The Man From Earth, unutulmaz tek mekan filmleri arasında yerini alır.