Arjantin – İspanya ortak yapımı El secreto de sus ojos (Gözlerindeki Sır), başrollerinde Ricardo Darin (Benjamin Esposito) ve Soledad Villamil’in (Irene Menendez) oynadığı çarpıcı bir Juan José Campanella anlatısı. 82. Akademi Ödüllerinde Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü Micheal Haneke’nin sansasyonel Beyaz Bant’ını (The White Ribbon) geçerek alan, dönemin Goya Ödülleri’ne de adeta damga vuran Gözlerindeki Sır; Arjantin’den ABD’ye göç ettikten sonra kariyerinin çoğunu “House” ve “Law & Order” gibi popüler Amerikan televizyon dizilerini yöneterek geçiren Campanella’nın eklektik özgeçmişindeki dördüncü uzun metrajı ve Leonardo Favio’nun 1975 yapımı “Nazareno Cruz ve Wolf” unun bir basamak üzerine çıkma başarısını göstermiş Arjantin tarihinin en çok gişe yapan filmi. Film, aslında Eduardo Sacheri’nin “La Pregunta De Sus Ojos” adlı romanından esinlenen bir edebiyat uyarlaması.
Güney Amerika sinemasının bu ihtişamlı eserini anlatmaya Nilgün Marmara’nın “Zaman, Yer, Sonra” şiirinde geçen “her geriye dönüş belki ulaşılmaz ileriye bir adımdır” sözüyle başlayabiliriz. Ya da Necati Cumalı’nın “Uzak Haziran” şiirinden “iki adım arası bir zaman” mısrasını emanet alalım ve “iki bakış arası 25 yıl” diye değiştirelim. Şimdi, Jose Campanella’nın peşine takılıp Buenos Aires’e gidebilir, korkular yüzünden zamana tutsak edilmiş dokunaklı bir aşkın öyküsünü okuyabilir ve tam 25 yıl boyunca göz bebeklerinin arkasına saklanmış tutku, intikam ve adalet kavramlarını derinlemesine sorgulatan insan hikayelerine tanıklık edebiliriz.
Gözlerindeki Sır, melodramatik perspektifinin merkezine tamamlanmamış bir aşk hikayesini oturtup, etrafına “film noir” sınırlarında gezinen polisiye bir gerilimi, yer yer lezzetli bir komediyi, kekremsi bir dramı ve sivri bir siyasi eleştiriyi yerleştiriyor. Bu çok yapraklı yonca tadında senaryo, doğrusal olmayan bir anlatı diliyle iki zaman katmanı arasında gidip gelir. Sene 1999’dur; yakın zamanda emekli olmuş eski bir ceza mahkemesi çalışanı olan Benjamin Esposito (Ricardo Darin), 1974 yılında Buenos Aires’li genç bir kadının tecavüze uğrayıp canice katledilmesini konu alan bir roman yazmaya karar verir. Dava emekli dedektif Benjamin’i 25 yıldır rahatsız etmektedir. Film, bu yönüyle Otto Preminger’in yine çözülmemiş davadan mustarip bir dedektifin hikayesini anlatan kült filmi “Laura”yı akıllara getiriyor. Bu çözülememiş ve rafa konmuş olay, Benjamin’in aynı dönemde yaşadığı yarıda kalmış dokunaklı aşk öyküsüyle birleşir ve onu kelimenin tam anlamıyla geçmişini yeniden gözden geçirmeye yöneltir.
Kitabını yazmaya başladığında, dönemin karanlıkta kalmış cinayetine kurban giden kadının eşinin ve katilinin kaderini keşfetmeye çalışır. Bu süreç, onun kendi hayatının gizemlerini de deşifre etmesine yardımcı olur. Benjamin, kitap yazma niyetini aşkını türlü nedenlerle itiraf edemeyip 25 yıl boyunca gönlünde taşıdığı o dönemki mesai arkadaşı Irene (Soledad Villamil) ile paylaşır. Dile dökülmese de bakışlardan taşmış yorgun gönül hikayesinin diğer öznesi olan Irene ile onlarınkisi; biraz korkuya yenilmiş yitik bir aşk, biraz Benjamin’in daktilosundaki eksik a harfi (Benjamin’in “seni seviyorum” anlamına gelen “te a mo” yerine korkuyorum anlamına gelen “te mo” yazmasının içerdiği metaforik anlama dair bir gönderme) ama en çok da “bazen birine geç kalırsınız” hikayesidir…
—Yazının bu paragrafı spoiler içermektedir—
Metnin çizgisi tüm bu derinlere gömülü romantizmin etrafında başka motiflerle katmanlaşır. Tematik örgü, karısı canice öldürülen Morales’in (Pablo Rago) intikama adadığı hayatı üzerinden ileri geri sıçramalarla şiddetin doğasına ve intikam duygusunun patolojisine yönelik esaslı mesajlar içerir. Zaman zaman grift bir hal alan senaryo, hayatı karısının katilini bulup cezalandırma adına yitikleşen Morales için bir “intikam istiyorsan iki tane mezar kazmalısın” hikayesine dönüşürken; Morales’in hücresinde tutsak bir yaşantıya mahkum kalan katil Gomez özelinde ise, bir insana verilebilecek en büyük cezanın onu yok saymak ve cevapsız bırakmak yoluyla yapılan psikolojik şiddet olduğuna yönelik bir hayat dersi haline gelir. Gomez’in yıllar geçtikten sonra Morales dışında karşılaştığı tek insan olan Esposito’dan ilk isteğinin “Ne olur söyle ona, benimle konuşsun…” yakarışı bu çarpıcı gerçeği gözler önüne serer. Öte yandan Morales’in hikayesi, alt metninde dönemin Arjantin’ine yönelik ciddi bir sistem eleştirisini ve “hukuk adalete eşit midir” sorgulamasını içerir.
Gözlerindeki Sır, karakterleri arasında sıcak bir ilişki ağı yaratabilmiş bir film. İzleyici, Campanella’nın karakterleriyle zaman geçirirken sıkılmıyor ve filmin atmosferine dahil oluyor. Özellikle Benjamin, Irene ve diğer mesai arkadaşları Sandoval (Guillermo Francella) arasındaki ilişki, diyaloglarındaki ironik göndermelerle soslanmış sevgi ve samimi ortam hem senaryoya nitelikli bir fonksiyonellik katıyor hem de izleyicinin hikayeye duyduğu sempatiyi arttırıyor. Bu noktada Benjamin’in yakın çalışma arkadaşı olan ve tüm öyküde yan karakter olarak konumlanan Sandóval’e de ayrı bir parantez açmak zorunda hissediyorum kendimi. Sandoval tüm metinde aslında sık sık arzularına teslim olan zayıf bir insan olarak tasvir ediliyor. Ancak işte, inandığının arkasında durma noktasında ise tereddütsüz. Hayatını gerçek adaletin yerini bulmasına, dostu için fedakarlığa adıyor ve aslında bakarsanız yaptıklarıyla insan doğasında karşılaşılabilecek samimiyetin en saf hallerini izleyiciye servis ediyor. Sanırım çoğumuz hayatlarımızda Irene veya Benjamin olmayı hayal edebiliriz, ancak aşağı yukarı bir Sandóval olabilmek, dünyaya bakış açımızı kalbimizden geçenlerle aynı hizaya getirmek, son nefesimizi inandığımız en doğru şey için feda etmeyi göze alabilmek… Galiba Campanella da bunu görmüş olacak ki, filmin sinopsisine de hizmet eden en önemli cümleyi Sandovel’e söyletiyor;
“Bir erkek her şeyini değiştirebilir; yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını…
Değiştiremeyeceği tek bir şey var Benjamin; tutkularını değiştiremez…”
Gözlerindeki Sır, tüm bu tema ve insan hikayelerinin etrafında ilerlerken; Arjantin’in 70’li yılların ortalarında maruz kaldığı karmaşık ve travmatik politik dönem de hikayenin arka fonunu süslüyor. Film, binlerce insanın ölümüne sebebiyet veren askeri darbe öncesi politik dönem ve yozlaşmış bürokratik kültür karşısında sağır ve dilsiz değil. 70’lerin sonlarında askeri cuntanın gelişinden hemen önceki döneme yapılan flashback’ler Arjantin’in adli yolsuzluğun pençesinde olduğunu apaçık gösteriyor.
Campanella izleyiciyi, diktatörlük dönemine davetiye çıkaran bu kitlesel huzursuzluk ortamının ve oluşmuş sosyal korku arenasının göbeğine kurnazca yerleştiriyor. Yeri geldiğinde insanların fail-i meçhul’leri bile sormaktan korktuğu dönemin kokuşmuş siyasi ikliminin kapısı aralanıyor ve film, nokta atışı göndermelerle meramını anlatıyor. Bu görkemli yapıtın ön plana çıkan bir diğer noktası da oyunculuk performanslarındaki kalite. Oyuncu kadrosu üzerlerine giydirilen can yakıcı hikayeleri harika performanslarla daha da ışıltılı hale getiriyor. Ricardo Darin zaten Güney Amerika sinemasının bilinen aktörü. Benjamin Espasito karakteriyle filmografisinde altın bir sayfa açıyor. Darín’in (Benjamin) flash forward’larda özenle yıpranmış ve ikna edici bir şekilde yaşlanmış suratı, 70’li yıllar sahnelerindeki daha genç, daha koyu saçlı haline göre karakterdeki profesyonel yorgunluğu ve itiraf edilmemiş aşkın ıstırabını eşsiz bir şekilde yansıtıyor. Soledad Villamil, güzel, heykelsi Irene’i oynarken gözleri ve bakışlarıyla fark yaratıyor. Guillermo Francella da filmdeki kahkaha sekanslarının başrolü olsa da, komedinin altındaki dokunaklı yalnızlığı anlatma noktasında muazzam bir iş çıkarıyor.
Filmin sade sinematografik atmosferi ve renk paleti temayla et-tırnak ilişkisini kurma noktasında oldukça başarılı. Sıkı yakın çekimler -sahnelerin bazıları uzun plan sekansları içeriyor olsa da- polisiye kurguya apayrı bir fonksiyonellik katıyor. Bu anlamda Campanella’nın gerilim ve ivme içeren suçpolisiye geleneklerini takip etmeyi reddettiğini ve bunun görsel anlatı atmosferi açısından filme kendi kulvarını açtığını söyleyebiliriz. Özellikle stadyumda geçen unutulmaz tek plan çekim sahnesi gibi öğeler sinematografiye stilistik bir özgünlük sağlıyor ve Campanella görsellik anlamında adeta topu kalecinin uzanamayacağı köşeye bırakıyor. Federico Jusid’in müziği ise ara sıra yaptığı görkemli patlamalarla hikâyeye samimi ve lirik bir hava katıyor. Zaman zaman tekrar eden kıvrımlı diyalogların temayı ve anlatıyı zenginleştirdiğini de ayrıca not düşmekte fayda var.
Homojen olmayan zengin teması, ana akım filmlerden sıyrılmasını sağlayan kararında hızlı temposu, duyguya hitap eden dramatik konuları ve takip etmesi kolay anlatı diliyle Gözlerindeki Sır, Güney Amerika sinemasının kült diyebileceğimiz yapımlarından bir tanesi. Filmin canlandırmaya çalıştığı her konuyu tonlama şekli izleyicide iz bırakırken; gözler ve bakışlar, duyguları aktarmada dokunaklı bir işlev görüyor. Tutku, intikam, sadakat, kurtuluş, insanın sabit doğası, sözde “hukuk” ve “adalet”, korku ama illaki de zamanda donmuş bir aşk’ın öyküsü… Aslında belki de sadece bir “te mo” dan “te a mo” ya geçiş hikayesi… Hayatta korkmakla aşık olmak arasında bir “a” kadar fark olabiliyor… Bedeli de bazen 25 yıl işte…
Nilgün Marmara ve Necati Cumalı’dan emanet alarak başlamıştık. Özdemir Asaf ile bitirelim;
“Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar;
Adına düğümlendi…”