Tam adıyla Aki Olavi Kaurismäki’nin yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği Proletarya Üçlemesi, döneminin özüne mahsus yapımlarından. Bilinen diğer isimleriyle İşçi Üçlemesi veya Tutunamayanlar Üçlemesi.
Kendisi gibi Finlandiya’nın büyük yönetmenlerinden biri olan abisi Mika Kaurismäki’nin yanında sinema kariyerine başlayan, 1957 doğumlu Aki Kaurismäki, bugün sanat çevrelerince oldukça sevilen bir yönetmen. Aki Kaurismäki’nin dünya çapındaki tanınırlığı Leningrad Cowboys Go America filmiyle başlasa da bugün en çok bilinen eseri, Cannes gibi festivallerden birçok ödül kazanan ve Oscar adaylığı bulunan The Man Without a Past filmi.
Bunun yanında Kaurismäki kardeşler minimalist sinemanın önemli temsilcilerinden. Öyle ki Aki Kaurismäki’nin etkilendiği yönetmenlerin başında Robert Bresson ve Jean-Pierre Melville var. Aki Kaurismäki’nin kuru ve donuk mizah kullanımı açısından Jim Jarmusch olan benzerliğini de es geçmemek gerek.
Yönetmenin Proletarya Üçlemesi’nin yanında Finlandiya Üçlemesi ve mülteci sorununa eğildiği Liman Kenti Üçlemesi mevcut. Yönetmenin bu üçlemelerinden, toplumsal sorunları ve sınıfsal farklılıkları konu edinmeyi ne kadar sevdiğini görmek mümkün. Ayrıca Aki Kaurismäki bir röportajında şakayla karışık bir şekilde, üçlemelere başlamanın kendini film çekmeye ittiğini ve bunu tembelliğini yenmek için kullandığını belirtiyor.
Proletarya Üçlemesi’nde isminden de anlaşılacağı üzere işçilerin hayatlarına ve sorunlarına konuk oluyoruz. Bu üçleme sırasıyla Shadows in Paradise (1986), Ariel (1998) ve The Match Factory Girl (1990) filmlerinden oluşuyor. En uzunu 75 dakika civarında olan bu filmler, genel hatlarıyla kendi halinde insanların kurdukları küçük dünyaları üzerine odaklanıyor. Bu filmlerdeki temanın ortaklığının yanı sıra, karakter gelişimlerinde de büyük paralellikler görebiliyoruz. Donuk ve gerekmedikçe konuşmayan bu karakterler, Kuleşov Etkisi fenomenindeki gibi farklı anlamlar yüklenebilmesine olanak sağlıyor. Öyle ki bu karakterler, boş tuvaller gibi bir işleve sahipler. Bu sayede filmlerdeki ifadesiz karakterler, bir şekilde seyirciyle bağ kurmayı başarıyor.
Karakterlerden de öte Aki Kaurismäki’nin sinemasında en korkunç ve sıra dışı olaylar bile yalın ve donuk bir şekilde gerçekleşiyor. Rodenas (2007), Aki Kaurismäki’nin filmlerindeki sessizliğin, kelimelerin iletişim kurmak için tek yol olmadığını ve daha insancıl ve derin farklı bir dilin varlığını göstermeye yaradığını söylüyor.
Yazının buradan sonraki kısmı bahsi geçen filmler hakkında spoiler içermektedir.
Varjoja Paratiisissa – Shadows in Paradise (1986)
Shadows in Paradise filmi, bize kendi halinde bir çöpçü olan Nikander’in hayatında yaşanan değişimlerden ve bozulmalardan oluşan bir kesit sunuyor. Nikander’in büyük planlara sahip iş arkadaşı daha filmin başlarında hayatını kaybediyor. Bu karakteri ölmeden hemen önce bir çöp kamyonunun arkasında ölmek istemediğini yeni bir iş kurmak istediğini söylerken görüyoruz. Kendini gerçekleştiren bir kehanet şeklinde tam da istemediği gibi oluyor. Bu karamsar başlangıç, herkesçe bilinen bir olguya dönüşmüş olan İskandinav refahına büyük bir darbe vuruyor. İnsanların, doğru düzgün birbiriyle konuşmadığı, yaşadıkları hayatlardan kaçmak istediği, soğuk bir atmosfere adım atıyoruz. Bu açılışın ardından, boş sokaklarda çöp toplarken tesadüfen gelişen bir arkadaşlığın ve sevginin başlamasına tanık oluyoruz.
Nikander’in kendisi gibi bir işçi olan kasiyer Ilona ile tanışması hayatında küçük dünyasında büyük dönüşümler yaratıyor. Bu noktada Ilona’nın kişisel dünyası ve sebepsiz işten çıkarılmasıyla başlayan adalet arayışı da oldukça iyi yazılmış. Nikander ve Ilona arasındaki ilişki durgun bir suya atılmış taş gibi ikilinin hayatlarında duygusal çalkantılara yol açıyor. Filmin geneline baktığımızda Cennetteki Gölgeler ismini taşıyan bir yapıya sahip. Refah düzeyiyle öne çıkan İskandinav ülkelerinde, tutunmaya çalışan ve eğlenirken bile nadiren gittikleri mekanlara ait hissetmeyen birkaç insanı izliyoruz. Bunun yanında serinin bütününde olduğu gibi minimalist anlayış filmin geneline yayılıyor. Olaylar çok kolay ve hızlı gelişiyor. Başlangıçta göze çarpan bir şekilde yapay duran birçok unsur, yönetmenin tarzına alıştıkça yerine oturuyor. Birçok noktada bu kolay ve hızlı gelişim altı çizilmeyen bir mizah dili oluşturuyor.
Ariel – Ariel (1988)
Ariel filmi bir madenin kapanmasıyla işsiz kalan madenci Taisto’nun, bu olayla değişen yaşamını konu ediniyor. Ariel serinin hem en yüksek tempolu hem de en zayıf olarak görülen bir filmi. Film, Taisto’nun babasının intiharıyla önceki filmdeki gibi kötü bir olayla başlıyor. Babasının ölümüyle, ona kalan bir Cadillac’ı filmin devamında bolca görüyoruz. Öyle ki klasik arabalar Aki Kaurismäki’nin filmlerinde sıkça rastladığımız bir unsur. Bu gelişmenin ardından Taisto sürekli farklı işlerde çalışmak zorunda olan bekar bir anneyle tanışıyor. Yeni bir iş ve aile kurma peşinde koşan Teisto’nun talihsizlikleri filmin devamında da bitmiyor. Soyuluyor, suçsuz yere hapse düşüyor, hapiste tanıştığı arkadaşıyla çeşitli suçlara bulaşıyor. Bu olayların ortak noktası ise Teisto’nun pasif bir rol oynaması. Yani bir nevi ülkenin yozlaşmış ve işçiler için karamsar profili onu kendi çarkları içinde çaresizce sürüklüyor. Ariel filmi içinde birçok absürt sahneyi barındıyor. Film sinema tarihinin en kolay hapisten kaçışını içeriyor. Neredeyse oldu bitti bir şekilde gelişen olay örgüsü, filmi eleştiriye oldukça açık bir hale getiriyor. Bunun dışında serinin tamamına yayılan yalın anlatımıyla içerdiği absürt aksiyona rağmen yormayan bir film.
The Match Factory Girl – Tulitikkutehtaan Tyttö (1990)
Türkçeye Kibritçi Kız olarak çevrilen film, aslında masaldaki gibi alternatifsiz bir hayata sahip fabrika işçisi bir kızın hikayesini konu ediniyor. Kibrit fabrikasında çalışan ve çoğu dönemin işçisi gibi rutin bir hayatı olan Iris, serinin diğer filmlerinde de görüldüğü üzere hayatında kendine göre büyük bir dönüşüm yaşıyor. Bu seferki dönüşümü tetikleyen şey, Kaurismäki’nin kullanmayı çok sevdiği bar sahnelerinden birinde gerçekleşiyor. Barda yeni tanıştığı bir adamdan hamile kalan Iris, tüm insancıl duygularıyla, hayatındaki bu değişimi olumlu bir hale getirmeye çalışsa da karşısına bencil ve kötü insanlar çıkıyor. Iris’in tüm çabaları, diğer filmlerde de olduğu gibi genelde kara mizahla bezeli, sınıfsal gerçeklikle karşılaşıyor. Sıkışmışlığı en çok bu filmde hissediyoruz. Kötü bir aile, yorucu bir iş ve bencil bir adam… Yönetmenin adeta pesimist bir anlayışla çizdiği bu kasvetli düzenin içinde, Iris kimsenin umurunda olmuyor. Nitekim filmin, bu kadar eziyetin bir kişinin başına gelmesiyle Yeşilçam dramlarını andırdığını söylemek mümkün. The Match Factory Girl filmini farklılaştıran yönüy ise finali oluyor. Iris, Proletarya Üçlemesi ve dolayısıyla Aki Kaurismäki birlikte kafa kafaya verip tüm Helsinki’den ve bu karanlık dünyadan, tutunamayanlar olarak, intikamlarını alıyorlar.
Müzik, Dekor ve Nostalji
Üçlemedeki filmlerin genel yapısı ve Aki Kaurismäki sineması üzerine biraz daha bahsedelim. Aki Kaurismäki’nin minimalist yaklaşımları, Finlandiya’nın soğuk atmosferi ve bireysel toplum yapısıyla birleştiğinde ortaya epey özgün bir sinema dili çıkıyor. Bunun dışında Aki Kaurismäki’nin kendine has dilini oluşturan birçok öge var. Yönetmenin geniş bir spektruma sahip müzik kullanımına da atlamamalıyız. Yönetmen bazı sahnelerinde karakterlerin duygularına tercüman olan, neredeyse sözleriyle replik yerine geçebilecek parçalar seçiyor. Klasik müzikten, dönemin pop müziklerine farklı tarzları filmlerinde görebiliyoruz.
Aki Kaurismäki’nin dekor ve mekân seçimi, dönemine göre bile nostaljik bir hava taşıyor. Klasik arabalar, eski bavullar, demode mekanlar, radyo ve müzik kutuları yönetmenin kullanmayı çok sevdiği unsurlardan bazıları. Aki Kaurismäki filmlerinde tüketilen sigara ve alkol miktarı da hatırı sayılır bir role sahip. Ayrıca zaman kavramı, işçilerin işlerinden dolayı sürekli vakit sorunlarının olması, oldukça önemli olaylarda bile işten izin almanın güçlüğü, sıkışmışlık duygusunu en çok hissettiren unsurlardan biri.
Son olarak fabrikalardan çıkmadığımız bu üçlemede, Aki Kaurismäki’nin gösterişten uzak sinematografisi eşliğinde, kendi mutsuz hayatlarından kurtulmaya çalışan mutsuz ve donuk işçileri izlemiş oluyoruz. Bu filmler, karamsarlığa, yozlaşmışlığa ve geri kalan her şeye rağmen, nispeten mutlu biten finalleriyle umudu ve dayanışmayı taşıyorlar.