Papusza | Arzunun Ölümü: Bellekte Kalan Şey Nasıl Yakılır?

Yazan: Semiha İktüeren

“Mekân, zaman gibi unutkanlık getirir ve bunu bir insanı tüm ilişkilerinden koparıp onu özgür ve aslına dönebilecek bir duruma getirerek yapar ve gerçekten de bir anda ayrıntılara meraklı ya da ilkelerine bağlı birini bir serseriye dönüştürebilir.”

Büyülü Dağ / Thomas Mann

Sinema perdesi 1910 yılına açılır. Papusza’ya hamile olduğunu sonraki sahnelerde anlayacağımız annesini görürüz ilk olarak sahnede. Ana karakterimiz olan şair Papusza’nın doğumunu ve annesinin ona isim koymasını izleriz.

Ayışığının altında üç kadın, Papusza’nın kaderini belirler. Halkı için ya övünç kaynağı olacaktır ya da utanç kaynağı. Ateş başında gördüğümüz bu sahne bize filmle ilgili derin ipuçları verir. Papusza’nın doğar doğmaz öteki olacağı yazgısıdır.

Filmin ana ekseni, Avrupa’da, Yahudiler ve çingeneler için yaşamanın imkânsız olduğu yıllarda geçer. Bu dışlanmış ve devlet şiddetine maruz kalmış topluluklardan bir grup çingenenin ve bu grup içindeki şair Papusza’nın yaşanmış öyküsünü izleriz. Oradan oraya göç eden bu topluluğa siyasi yasaklı olan bir yabancının (yazarın) dahil olmasıyla hikâyenin seyiri değişir. Çingenelerin arasındaki tek okuma yazma bilen kadın Papusza ile yolları kesişen bu yasaklı yazar, (Jerzky) çingeneler için farklı kapılar açacaktır. Karlı zor yollarda onlarca at arabası ile hareket eden ve müzik yapan çingeneler için hayat artık doğanın kollarından çıkacaktır.

Yönetmen, siyah beyaz çektiği filmine ilişkin bu seçimini açıklarken şaire ve şiir’e sadık kalma fikrinden yola çıktığını söyler. Çingenelerin zorlu koşullardaki hayatlarını, sürgünlerini, yaptıkları güzel müzikleri, şiirsel bir sinematografi eşliğinde izleriz. Bu hayatlar, Emir Kustarica’nın filmlerindeki gibi toz pembe değildir. Papusza’nın şiirleri gibi acılıdır. Analar soğuktan ölen çocuklarını gömer, güneşe yüzünü göstermesi için yakarır. Mutlu topluluk yoktur.

Papusza

Gadjo (çingene dilinde yabancı) çingenelere sığınır ve onlarla dayanışma sağlar. Çingeneler de ona kucak açar. Ama bu dayanışmayı mutlu bir son beklemez, Schopenhauer’ın kirpilerine dönerler; bir kirpi topluluğu soğuk bir kış günü birbirlerinin sıcaklığından yararlansınlar ve donup ölmesinler diye birbirlerine sokulurlar. Ama hemen birbirlerinin onları yeniden uzaklaşmaya zorlayan dikenlerini farkederler. Sıcaklık gereksinimi onları yeniden bir araya getirirken ikinci kötülük bir kez daha ortaya çıkar. Böylece bir dertten ötekine bir ileri bir geri gidip gelirler ta ki en katlanılabilir biçimde var olacakları ortalama bir uzaklığı keşfedinceye kadar. Yani gadjo’nun iyilik yaptığını düşünerek çingenelere toplumsal bellek sunması, Wajs ailesini felakete sürükleyecektir.

Halbuki çingeneler, tüm diğerlerinin aksine bellek oluşturmak ve oraya sıkışmak, anı dondurmak istemezler. Bu yüzden de yazılı olan şeyden uzak dururlar. Çünkü hafızayı oluşturan şey yazıdır. Ama yazı hafızayı sabitler. Onun hareket etmesine izin vermez. Ama çingene yasalarında sabit durağan yoktur. Her şey hareket halindedir evi dünya olanının. Ayak uydurmazlar. Hem yaşayan ve hareket eden dönüşen belleğe sahiptirler hem de fiziksel olarak hareketlilik vardır. “Bellek olmasaydı ve bazı anlarda eskiyi hatırlayabiliyor olmasaydık, zamanın içinde bulunduğumuzun ve süreç içinden bir başka yere taşındığımızın bilincine nasıl varabilirdik?” Bu cümle Gadjo ve Papusza arasında geçen çingenelerin zaman anlayışlarını özetler niteliktedir. Papusza, Gadjo’ya çingene dilinde yarın ve dünün aynı kelime olduğunu söyler. Onlar zamanın dışındadırlar.

Filmdeki zamansal akış, sıralı değildir, başlangıçtan bitişe doğru ilerlemez. Geçmiş, gelecek ve şimdi arasında gelip gitmesi izleyici de “zamansızlık” hissini yaratmaya çalışır. “Yani ne kadar çok topluluk varsa o kadar çok zaman anlayışı vardır. İçlerinden hiçbirinin, kendini diğer bütün topluluklara dayatması mümkün değildir.” Devletin mutlak gücü, hareket etmelerini engel olmak ve tek tipleştirmek ister. Farklılığı kabul etmez. Çingeneler aykırı olan, öteki’dir.

“Peki, yarın ne kadar sürer”

Papusza

Kimlerin ağzı lanetler bizi?
Tanrım, dinleme onları,
duy bizi!

Papusza

Yazılı olan büyülüdür. Yazı bir insanı domuza da çevirir eşeğe de. Yazı ürkütücüdür. Papuzsa’nın 11 yaşındaki okuma arzusu, lanetinin müsebbibi olur. Okumanın ve bilmenin bedelini tek başına öder. Yalnızdır. “Bilgisini arttıran, üzüntüsünü de arttırmış oluyor. Hafıza ve olayları önceden görmek de, insanın acılarını arttırmaktadır; çünkü çektiğimiz acıların çoğu ya geçmişteki ya da gelecekteki bir şey içindir; acının kendi kısa sürer”.

Mevsimlerin içinden geçen at arabalarının izinden sefaletin ve yokluğun gölgesinden- sınırlarından geçeriz. Bize sınırsızlığın müziğini ve dansını gösterir. Toplumsal alanlara çıkan, görünür olan çingenelerin her ortamda dışlandıklarına tanıklık ederiz. Onlar vardır ama görünmeyen olması istenen ötekilerdir. Her şeye rağmen hayat devam ediyordur, o zaman dans! Ateş başında kutlamalarda ve söylenen şarkılarda pandemi günlerinde olduğumuz gerçeği ile birlikte tarihin en ilginç salgınını hatırlatır bize. Dans vebası, tıpkı çingenelerin hayatları gibi kulağa çok güzel gelen ama insanların durmaksızın dans ederek ayaklarını parçaladıkları ve öldükleri veba: Frau Troffea, bundan tam 500 yıl önce, 1518 yılının sıcak bir temmuz gününde kendini evden dışarı atmış ve dans etmeye başlamış. Kayıtlara göre yorgunluktan bitap düşüp kendinden geçtiği kısa süreler dışında Troffea’nın dansı müzik olmadan günlerce devam etmiş ve nihayet başka insanlar da ona katılmış. Yemek içmek için bile ara vermeden, ayakları parçalanıp kanasa da dansa devam edenlerin sayısı artmaya başlar. Dans ederken ölenler olur. Devlet ardından topluluk olarak meydan da dans etmeyi yasaklar ve vebayı durdurur.

Filmdeki yaşanılan dönem içinde farklı olana yaşam hakkı sunulmaz tıpkı *Boyalı Kuş gibi. Ya diğerleri gibi olunmalıdır ya da yok edilmeye razı gelinmelidir. Çingenelerde farklı olanlardır otoriter devletler için sınırsız gezmeleri ve dansları rahatsız edicidir. Bu kuralsızlık sivil itaatsizliktir bir anlamda. Bu sebeple zorla yerleştirilmek istenirler. Yerleşik hayata geçerek, diğerleri gibi olmaları koşulu ile yaşam hakkı sunulur. Vatanlarını tüm dünya toprakları olarak niteleyen çingeneler için kutu gibi eski evler layık görülür ve yaşlı mahallelere yerleştirilirler.

Papusza’nın yalnızlığı sigarasının dumanında gizlenir Virginia Woolf gibi. Film boyunca yalnız gördüğümüz bu kadına eşlik eden hep bir sigaradır.

Papusza, Çingenelerin zayıflıklarının bir belleğe sahip olmamalarından kaynaklandığını söyler. Ama sanki sonra olacakları biliyormuşçasına belleksizliğin daha iyi olduğunu ve çingeneleri endişeden koruduğunu söyler. Aradan iki yıl geçmiştir. Gadjo’nun tutuklanma emri kalkar artık özgürdür. Eski şehir hayatına dönmemesi için bir sebep yoktur. Giderken şiirlerini yazmasını söyler, Papusza bu dostuna bir öpücükle veda eder. Bu öpme sahnesi Papusza için belki ilk istemli girişimdir. Çünkü yönetmen bizi bu sahneden koparır koparmaz Papusza’nın kocası ile tanıştığı ve zorla evlendirildiği sahnelere götürür. Bu geçmiş ve şimdi arasındaki geçişli sahneler tesadüfi değildir. Babası yaşındaki Wajs’ın ona talip oluşunu ve kaderini ikinci kez başkaları tarafından belirlenişini izleriz. Papusza’da Apollon’dan kaçan Daphne’nin, babası Peneus’a yakardığı gibi babası olarak gördüğü doğaya (orman baba dediği) yakarır ve rahminin kitlenmesi için dua eder. Kimbilir belki onun yakarışını da kabul eden Peneus’tur.(1925)*

Yerleşik hayata geçtikleri evin avlusunda yalnız görürüz yine Papusza’yı. Yaşam hakkı tanınmış/lütfedilmiş bir esaretin içinde. Papusza’nın kocası, yerleşik hayattaki yaşadıkları buhranların etkisi ile evlerinin önündeki at arabasını parçalar. Bu sahne, umutların ve dönüşün tamamen tükendiğinin göstergesidir. Evin önünde at arabası onlara her an eve dönmenin düşünü kurdururken artık onu parçalayıp umudun olmadığını bir anlama kendisi de kabullenme yolunu seçer. Schopenhauer’un kasveti üzerimize çöker ve mutlu son yoktur deriz. Eve/yerleşik olmayan düzenine dönmenin yolları artık kapanmıştır. İktidara boyun eğilecektir.

“Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim”

Ahmet Hamdi Tanpınar

Yerleşik hayata geçmeleri, evleri olan doğadan kopmaları ile birlikte Papusza, şiirlerini Gadjo’ya göndermeye başlar. Adorno’nun kendi için yaptığı tanım Papusza için de geçerlidir: Artık yeri yurdu olmayanın yeni yurdu olmuştur yazı. Peki ama “İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?” Edward Said, Yersiz Yurtsuz’u yazdığında neredeyse kırk yıldır New York’ta yaşamaktadır. Ama iğretilik ve dışarıdalık hissinden kurtulamamıştır ve bunun nedenini anlamaya çalışır. Çünkü, sürgün bir seçim değil insanın başına gelen bir şeydir. Yer insanın ayağının altından bir kez kaydıktan sonra dönüş yoktur.

Jerkzy, Çingeneler için bellek oluşturmak da kararlıdır. Papusza’yı ikna eder ve çingenelerle ilgili biriken yazıları yayına hazırlar. Şiirlerle birlikte Gadjo’nun da çingenelerle ilgili bir kitap hazırladığını öğreniriz. Papuzsa’nın şairliğinin ilanı gazeteler aracılığıyla duyurulmuştur.

Papusza

Papusza’yı yine yalnız tek başına bir ağacın altıda kendi haberlerini okurken buluruz. Gadjo giderken aralarında geçen diyalog da yaşanacakları sezer gibi bu belleğin oluşmasından ve çingenelerin sırlarının yazılmasından tedirgin oluşuna tanıklık ederiz. Ve ardından olanlar olur. Yayınlanacak olan kitap çingeneler arasında öğrenilir. Kutlamalar düzenleyen kocası dahil tüm çingene halkı bu lanet getirecek ve sırların ifşası olarak tanımladıkları belleğin sorumlusunun Papusza olduğunda hem fikirdir. Çünkü tanrı onların yazılı hayatları olmamaları için cezalandırmıştır. Buna karşı çıkmaları ve hayatlarının yazılı olarak diğer insanlara takdim edilmesi yine lanetlenmeleri anlamına gelmektedir.

Sonsuza dek yeryüzünde dolanıp dursunlar,
Geceledikleri bir yerde ikinci kez konaklamasınlar,
Su içtikleri bir kaynaktan ikinci kez içmesinler,
Bir yıl içinde aynı nehirden iki defa geçmesinler
(Berger).

Çingene mitolojisi

Çingene halkı arasındaki tepkiler artar ve Papusza, Gadjo’ya gider. Bu kitabı çıkarmamasını söyler ama çok geçtir. Bellek ince ince yazılıp odalar dolusu basılmıştır. Okullarda neşterle didik didik parçalarına ayrılıp, incelenmeye hazırdır. Papusza en sert kırılmayı burada yaşar. Artık dönüşü olmayan bir deli dumrul köprüsünün üzerindedir. Yazdıklarını eve gelip yakmaya başlar. Belleğini de yazıları ile yakmaya çalışır. Arzusunu öldürüp iyileşmek, özgürleşmek ister. Bu arzu şeytancadır çünkü. Halkına kötülük getirecek şeytan. Bu arzunun ölümü onu zihni ve ruhuyla savaşa sürükler. Patolojik sonuçlar doğurur. Şair, arzusuz ne yapar ki?

Çingeneler için artık yazılı ve onaylanmış bir hafıza oluşmuştur. Bilmenin/okumanın lanetini hayatı boyunca hissetmiş bu kadın çingenelere kendi belleğini yitirme pahasına bir hafıza bırakacaktır.

Nietzsche, belleğin inşasında “bellek ve acı” arasında ilişki kurar. Bellek, hatırlamanın mutsuzluğunu taşır. “Bellekte kalan şeyi yakmalı: Çünkü ancak acı veren kalır bellekte. Bellek kurbansız yapamaz.” Bellek tıpkı damga gibidir. Kalıcı ve çıkmayan bir damga. Nereye gidersen git seni takip eden bir gölge. Sana hep kendini hatırlatan bir gölge. İz gerçeğin acısını bir tortu gibi üzerinde bırakır. Şiddetin acısıdır iz. İzler yok edilebilir mi? Bellekte kalan şeyi nasıl yakmalı? Her şeyin kayıtlara geçirildiği toplumu modern toplum olarak adlandıracak olursak, bu imkansızın sınırı, sınırının sınırı değil midir? Bellekte kalan yakılamaz. Artık çok geçtir. Nietzsche’ye ait bir geleceğin toplum için belleğe yer yoktur. Bellekte kalan yakılamaz. Peki askıya alınabilir mi? Bellek acının evidir. Kaçıp kurtulamadığımız, ikametgahımız.

Hayatındaki tüm insanların Papusza’ya sırtlarını dönmesini izleriz. Kendi oğlu gibi büyüttüğü çocuğu, gazeteyi heyecanla okuyan çocuğu bile dışlanmayı yaşatır. 13 yaşındayken karşılaştığı kadının sözleri gibidir kendi gerçeği: “Akıllı kadınlar için hayat zordur” Papuzsa için de bu zorluklar akli dengesini yitirmesine yol açacak boyutlara gelir.

Yönetmen bizi sürekli zamanda yolculuğa çıkarsa da bu yolculukların film içerisinde bir akışı ve ahengi vardır. Karakterlerin bize sunulduğu sayfalardır bu zamansal yolculuklar. Papusza’nın oğlunun sonlara doğru annesine olan tutumunun hemen sonrasında çocuğun bulunuşu ve evlatları halini almasını, çocuğun gerçeğine gideriz. Tüm kişilerle ilgili parantezleri kapatmıştır yönetmen bu zamansal gidişlerde. Bugünü anlamamızı sağlayan şiir mısraları gibi dizmiştir.

Böyle buz gibi gecede,
küçük bir kız öldü
ve dört gün içinde
dört oğlanı gömdü anneler
karın içine.
Güneş, sen olmayınca işte böyle,
gör bak, bir küçük Çingene,
nasıl öldü bu koca orman içinde

Kaynakça:
S. Freud, Uygarlık Toplum ve Din
Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat
Phlip Slater, Frankfurt Okulu
Cogito YKY Sayı: 50, Bellek: Öncesiz, Sonrasız / Nusret Polat, Bellek ve Yabancı için Sorumluluk: Etik “iyi yaşam” fikri için Kısa Bir Giriş
Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya

Notlar:
*Boyalı Kuş, J. Kosinski
*Eros, okunu Apollon’a atar. Ve Apollon Daphne’ye görür görmez aşık olur. Her yerde onu yakalamaya çalışır. Bir gün ıssız bir ormanda karşılaşırlar. Daphne tüm gücüyle kaçar. Ama yakalanacağını farketmiştir. Babası Peneus’a tüm gücüyle yalvarır. Onu Apollon’a teslim edeceğine bir ağaca çevirmesini ister. Peneus da onu bir defne ağacına çevirir ve kurtarır.

*Tablo 1 : Brueghel – Dans Vebası

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir