“İnsan hakları; tüm insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkına sahip olmasıdır. Herkes cinsiyet, ırk, renk, din, dil, yaş, düşünce farkı, ulusal veya toplumsal köken, zenginlik gibi fark olmaksızın kanun karşısında eşittir.” Bu tanım insan hakları için yapılmış resmi bir tanımdır.
Fakat günümüzde hala insan hakları tam olarak kişilere verilmiş değildir. Geçmişten günümüze; gerek ten renginden dolayı, etnik kökeninden dolayı, cinsel tercihinden dolayı ve hatta kadın olduğundan dolayı insanlar bazı aşağılanmalara ve ayrımcılığa, baskıya maruz bırakılmıştır. Medeniyetin ilerlemesi bazılarımız için umut dolu gelişiyor gibi görünse de; dünya üzerinde hala haksızlıkların fazlasıyla yaşandığına da tanık oluyoruz.
Amerika’da bir polis tarafından öldürülen George Floyd ile bu gerçek bir kez daha yüzlerimize çarpıldı. Ülke çapında başlayan protestoların yankıları Avrupa’ya kadar uzandı. Yüksek sesle atılan çığlıklar, artık tahammül edemediğimiz ayrımcılığın dışa vurumu oldu. Yukarıdaki tanımda da belirttiğimiz gibi; hiçbir insan ten renginden, etnik kökeninden, cinsel tercihinden ya da cinsiyetinden dolayı ikinci sınıf olarak betimlenemez. İnsanlığın ne ilk mücadelesi ne son mücadelesi günümüzde yaşananlar. Lakin şunu unutmamak gerekiyor ki her düşüncenin bir karşıtı, her zalimin karşısında duracak bir adalet avcısı vardır!
Life is Beautiful / 1997
Roberto Benigni‘nin bu filmi sanıyorum ki kalplerimizi en çok ısıtan ve ısıtırken de bir yandan acıtan filmlerden biri. 2. Dünya Savaşı sırasında karısı ve oğluyla Yahudi kampına götürülen bir babanın çocuğu için verdiği güzel mücadeleyi izlerken gözlerimizdeki yaşları tutamadık. Türkçe karşılığı “Hayat Güzeldir” olan film, aynı zamanda sevginin gücüyle nasıl ayakta kalınabileceğini de ifade ediyordu adeta. Film, çekildiği yıl 7 dalda Oscar’a aday olup en iyi yabancı film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi müzik dallarında ödül kazandı.
Amistad / 1997
Steven Spielberg‘in yönetmenliğini yaptığı film gerçek bir olaya dayanmaktadır. 1839 yılında siyahi kölelerin taşındığı bir gemide çıkan ayaklanmayı konu edinen film; sanayileşme yanlısı köle karşıtları ile köle yanlıları arasında geçen, daha sonrasında ise ilerleyen yıllarda Amerika İç Savaşı‘nı çıkaracak gerginliği işliyor. Filmin adı ayrıca İspanyolca’da “arkadaşlık, dostluk” anlamına geliyor.
Incendies / 2010
Bu filmde hem bir kadın mücadelesi görüyoruz, hem de aslında etnik köken mücadelesi diyebiliriz. Radiohead’in You and Whose Army şarkısıyla açılan film, aslında kendini daha ilk dakikadan ele veriyor. Hah sonuna kadar durmayacak bir kalp ağrısıyla izleyeceğim filmi diyorsunuz. Denis Villeneuve‘nin yönetmenliğinde çekilen film bir kadının çocuklarıyla yüzleşmesinden çok kendiyle yüzleşmesi oluyor. Bir kadının acı dolu dünyası, anlatılmak istenen dönemi gölgelemiş olsa da aslında bu acılara sebep olan insan hakları ihlallerini tüm açıklığıyla görüyorsunuz. Feci şekilde yaralayıcı olan bu film bittiğinde aklımda tek bir cümle vardı: Bu kadar acı bir insanın değil tüm insanlığın bile kaldırabileceğinden ağır değil mi?
Precious / 2009
Lee Daniels‘ın yönetmenliğinde çekilen film, acı bir hayatı gözler önüne seriyor. Ensest mağduru bir genç kız ve aslında çocuk annenin mücadelesini izliyoruz filmde. Kız çocuklarının – hatta erkek çocukları da buna dahil – aile içerisinde uğradığı cinsel şiddetin, bir genç kadının üzerindeki yıkıcılığı ve sevgiye tutunma çabası kalplerimizi eritiyor. Filmin en önemli öğretilerinden biri ise; insan doğduğunda kimliksiz, bembeyaz bir sayfadır. Yaşananlar ve yaşadıkları şekillendirir; dini, dili, ırkı ya da cinsiyeti değil!
Gran Torino / 2008
Clint Eastwood‘un yönetmenliğinde çekilen film, Kore Savaşı gazisi Walt Kowalski ve onun ırkçılığa karşı verdiği mücadeleyi konu ediniyor. Çinli bir etnik grupla aynı mahallede yaşayan Kowalski aslında onlarla dost olmak için epey geç kalmıştır fakat yine de bu mutlak bir son değildir. Küçük çetelerin çok arttığı ve saldırıların gün yüzüne çıktığı zamanlarda Kowalski’nin etrafındaki komşu ve arkadaşlarını koruma iç güdüsü izlemeye değerdir. Filmin adının Gran Torino olmasının sebebi ise, zamanının Amerikan rüyası olan bu arabanın, filmin merkezine oturması ve filmin neredeyse tümünün bu arabanın etrafında geçmesindendir.
This is England / 2006
Shane Meadows yönetmenliğinde çekilen film, gösterime girdiği yıllarda en iyi politik filmlerden biri olarak kabul gördü. Falkland Savaşı‘nda babasını kaybeden Shaun bir sokak çetesinin arasına karışır ve bu çetede siyahi bir üye de vardır. Bu sırada grup liderinin hapisten çıkan bir arkadaşının aralarına katılması ise bütün hesapları ters yüz edecektir. Bu arkadaş İngiltere’nin sadece beyazlara ait olması gerektiğini düşünerek, etnik köken ırkçılığını savunacak ve gruptakiler üzerinde de etkisi büyük olacaktır. Film, 2006 yılında çekilen en iyi bağımsız film olarak da literatüre geçmiştir.
Schindler’s List / 1993
Bu film için ne desek az kalır. Çekildiği yıldan bugüne etkilemediği insan kalmamıştır sanırım. Hatta abartarak şunu dile getirebiliriz; yüz yıl geçse bu film güncelliğini ve etkisini yine koruyacak. Steven Spielberg‘in yürekleri burkan, görüntülerinden müziklerine adeta sanat eserlerinin en değerlisi olan bu film; 2004 yılında Kore Kütüphanesi tarafından kültürel ve tarihi olarak çok önemli atfedilip ABD Ulusal Film Arşivi‘nde koruma altına aldırılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi’lerin uyguladığı soykırım sırasında binin üzerinde Polonyalı Yahudi’nin kurtarılmasında önemli rolü olan Oskar Schindler‘i ve bunca insanı kurtarmasını konu alan film neredeyse girdiği her festivalden ödülle dönmüştür. Filmin gelmiş geçmiş en iyi filmler arasında anıldığını özel olarak belirtmeye gerek yok sanırım.
The Butler / 2013
Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Lee Daniels var. Cecil Gaines ailesinden gelen bir gelenekle her zaman başkalarına hizmet ederek hayatını geçirmekte. Geldiği uzun yollar sonucu Beyaz Saray‘da göreve başlar ve toplamda sekiz başkana kahyalık yapar. Bu süreç boyunca başkanların uğradığı suikastlerden Vietnam İşgali’ne, Amerika’da çıkan insan hakları hareketlerine ve daha nicelerine tanıklık eder. Ve biz de film boyunca tek bir insan üzerinden aslında tüm insanlığın uğradığı haksızlıkları izleriz.
North Country / 2005
Niki Caro tarafından yönetilen film; gerçek bir olaya dayanan, bir madende çalışan kadının yaşadığı ve ilk cinsel taciz davası olan olayı konu ediniyor. 1984 yılında yaşanan bu taciz davası ve sonuçlanması ile birçok iş yerinin hukuki düzenlemelere gittiğini de belirtmek gerekir bu noktada. Başından sonuna kadar kadın olmak ve kadın haklarıyla ilgilenen ve bu derdi gayet başarılı anlatan filmde Charlize Theron‘un dillere destan oyunculuğunu izlemek ise tadından yenmeyen bir unsur. Senaryosu bakımından bir kısım insanca zayıf bulunsa da, film anlatmak istediği her şeyi bütün netliğiyle anlaştmış diyor ve bu konuyu burada noktalıyoruz.
The Pianist / 2002
Sanıyorum ki listemizin en çok kişi tarafından izlenen filmi The Pianist‘tir. Yönetmenliğini Roman Polanski’nin yaptığı film, aynı zamanda gelmiş geçmiş en iyi filmler arasındaki yerini de koruyor. Her ne kadar Roman Polanski’nin adı türlü davalarla anılsa da filme gölge düşürmeye yetmemiştir. Hatta bırakın yetmeyi yanına bile yaklaşamamıştır. Polonyalı başarılı bir piyanistin İkinci Dünya Savaşı ile birlikte kabusa dönen hayatını izliyoruz filmde. Yahudi olmasına rağmen bir şekilde kamplara gitmekten kurtulan piyanistin Varoşva’nın varoşlarında geçen hayat hikayesine ise film boyunca Chopin‘in besteleri eşlik eder. Kim bilir belki de filmi bizim nezdimizde bu kadar iyi yapan en önemli unsurlardan biri de bu bestelerdir.
Do the Right Thing / 1983
Irkçılığı mizahi dille anlatmayı seven Spike Lee‘nin bu filmi, aslında bittiğinde beni düşündüren ve üzen filmler arasındaki yerini de almıştı. Irkçılığın aslında ırkçılığa maruz kalanlar arasında bile ne kadar büyük bir problem haline geldiğini anlatan film, 80’li yıllarda çekilmiş en ırkçılık karşıtı film olarak da anılıyor. Günümüze göre ırkçılığı sinemaya aktarmanın daha zor olduğu yıllarda Spike Lee büyük bir yol katetmiştir ve bundan sonraki sinemasını da şekillendirmiştir. Irkçılığa daha gerçekçi tarafından bakmak isteyen, duygusal olanı değil gerçek olanı görmek istiyorum diyenlerin mutlaka listesine alması gereken bir film.
Boys Don’t Cry / 1999
Kimberly Pierce tarafından yönetilen Boys Don’t Cry üzülerek söylemeliyim ki gerçek bir olaya dayanıyor. Hilary Swank ve Chloe Sevigny‘nin şahane oyunculuğuyla doruklara çıkan film, bizlere ayrımcılığın her türlüsünün yıkıcı boyutlarını gösteriyor. Erkek kıyafetleriyle dolaşan bir travesti ve bu gerçeği fark eden kız arkadaşı ve onun ailesi ekseninde dönen olayları izlediğimiz film cinsel tercih yüzünden insanların katledilmesi ve bunun ardında yatan trajediyi gözler önüne seriyor.
The Accused / 1988
Jodie Foster‘ın oyunculuğunu konuşturduğu film, aslında çekildiği dönemin Amerika’sını gözler önüne seriyor. Baştan sona ayrımcılığın ilmek ilmek işlendiği filmde, tecavüz mağduru bir kadının mücadelesini izliyoruz. Güçlü ve güçsüz, zengin ve fakirin karşılaşmasını konu alan film, bardaki tecavüzcülerine karşı yılmadan savaş veren bir kadın üzerinden ilerliyor. Yönetmen koltuğunda Jonathan Kaplan‘ın oturduğu film, bizlere baştan sona sadece Amerika’da değil bütün dünyada tek başına ayakta kalmaya çalışan kadınların yaşadığı zorlukları anlatıyor.
The Birth of a Nation / 1915
D. W. Griffith yönetmenliğinde çekilen film üç saat süren sessiz bir film. Yüz yılın en iyi yüz filmi arasında sayılan yapım, ırkçılığı savunan tarafıyla da her zaman tartışma konusu olma özelliği taşıyor. Özellikle beyaz bir ailenin vahşi bir grup siyahi tarafından bir eve hapsedilmesi bu düşünceyi pekiştiriyor. Bu esnada aileyi kurtarmaya gelenlerin ise Ku Klux Klan mensupları olması ve bu oluşumun tarihteki en büyük ırkçı suçları işlemiş olması filmde neyin desteklendiğini gözler önüne seriyor. Filmin çıktığı zamandan bu zamana sürekli artışmalar bu yönde ilerlerken, dediğimiz gibi yine de film gelmiş geçmiş en iyi filmler arasındaki yerini alıyor.
The Stoning of Soraya M. / 2008
Cyrus Nowrasteh tarafından yönetilen film, Freidoune Sahebjam‘ın La Femme Lapidee isimli eserinden uyarlanmıştır. Kocası tarafından iftiraya uğrayan bir kadının recm gereği taşlanarak öldürülmesini işleyen film, günüzde hala daha kadın hakları konusunda bir adım bile ilerleyemediğimizin göstergesi niteliğinde. Yaşadığımız yüzyılda hala bu türlü kuralların geçerli olduğu, erkeğin kadına üstün sayıldığı olayların görülüyor olması insanlık adına utançtan başka hiçbir şey değildir.
Django Unchained / 2012
Quentin Tarantino‘nun yönetmen koltuğunda oturduğu Django Unchained, çekildiği yıl tüm dikkatleri üstüne çekmişti. Her arkadaş toplantısında masalarda konuşulan tek film olmuştu neredeyse. 1858 yılındaki köle ticaretini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren filmde, karı ve koca bir çiftin ayrı ayrı köle olarak satılmasını izliyoruz. Köleliğin ve ırkçılığın film boyunca yerden yere vuruluyor olması da filmin izleyiciyi mest etme sebeplerinden biri elbette. Tabii Trantino’nun Tarantino dokunuşu da filmi diğer ırkçılık temalı filmlerden ayıran en kilit noktası.
Agora / 2009
Alejandro Amenabar yönetimindeki film, 4. Y.Y.’da İskenderiye’de geçiyor. İskenderiyeli Hypatia‘nın güzelliğini ve unutulmazlığını beyaz perdeye taşıyan yapım, aslında tarihler boyunca dünyada kadına nasıl davranıldığını ve geri plana itilmek istendiğini ilmek ilmek işliyor. Filozof, astronom ve matematikçi bir kadının bir sürü erkeğin darbesiyle öldürülerek sokakta gezdirilen cesedinin tarih sahnesinde unutulmayacak bir yeri var. Ne güzel, ne akıllı ve geleceğe umutla bakıp, aydınlık nesiller yetiştirecek bir kadının, sırf kadın olduğu için yaşadığı bu trajedi umuyoruz ki izleyenlere ibret olur ve artık kadının değerini ve mutlakiyetini kabullendirir.
To Kill a Mockingbird / 1962
Harper Lee‘nin aynı isimli kitabından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Robert Mulligan‘ı görüyoruz. 1930’lu yıllarda Alabama‘da cinsel saldırı suçundan tutuklanan siyahi bir adam ve tüm halkın karşısında durarak bu adamı savunan avukatın hikayesini izliyoruz. Irkçılığın en üst noktada olduğu bu yıllarda, cinsel saldırı suçuyla yargılanan bir adamın avukatlığını yapmak, hele ki ilkeli duruşundan ödün vermeden bunu yapmak elbette fazlasıyla ses getirecek bir olay. Film çıktığı sene de dahil olmak üzere her dönem dikkat çekenler arasında yerini almış ve birçok ödüle de layık görülmüştür.
Halam Geldi / 2013
Erhan Kozan‘ın yönetmenliğinde çekilen film, ülkemizin kanayan yarası olan çocuk gelin kavramını ele alıyor. Kuzey Kıbrıs’ın köylerinden birinde yaşayan ve henüz 13 yaşında olan Diyarbakırlı bir kız çocuğunun hazin hikayesini izlediğimiz film boyunca elbette bir yandan göz yaşlarımızı tutamıyoruz ama bir taraftan da içimizdeki öfkeyle ne yapacağımızı düşünüyoruz. Çocuk gelinlerin dramının yanı sıra akraba evliliklerinden doğan engelli çocuklara da değinen film adeta bir sosyal sorumluluk projesi gibi izletiyor kendini. Başka bedenler üzerinde hak iddia eden eril beyin yapısının yıkıcı sonuçları çoğu zaman da çocukların bedeninde tezahür ediyor hala günümüzde.
Goodbye Bafana / 2007
Güney Afrika‘da geçen ve ırkçılığın iliklere kadar hissedildiği filmde, bir hapishanede gardiyanlık yapan sıradan bir asker olan James’in öyküsünü izliyoruz. James’e hiç ummadığı anda bir terfi gelir ve James gittiği yeni hapishanede Nelson Mandela‘nın gardiyanlığını yapacaktır. Siyahlara karşı ırkçı bir tutum içerisinde olan ve onları ülke için büyük bir tehdit olarak gören James’in tüm bu fikirleri ise Mandela’yı tanıdıkça değişime uğrayacaktır. Mandela’yla yakınlaştıkça James’e üstleri tarafından baskılar gelmeye başlar ve James, Mandela’nın otuz yıllık özgürlük mücadelesinin içinde kendi hikayesini yaşamaya başlar. Bu filmle birlikte özgürlüğün insanların sahip olması gereken en temel haklardan biri olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
The Believer / 2001
Ryan Gosling‘in başrolünde yer aldığı filmin ana konusu; bir adamın adım adım bir neo-Nazi’ye dönüşmesi. Aslında bir Yahudi olan Danny, küçük yaştayken Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme hikayesini kafasına çok takar ve okulu bırakarak anti semitizme gönül verir ve bu yol onu en sonunda neo-Nazi’liğe kadar götürür. İçindeki öfkeyle ne yapacağını şaşıran Danny’nin silahlanma ve inandığı şey uğruna yolun sonuna kadar gidebilecek olan psikolojideki yapısını ise Gosling’in şahane oyunculuğuyla izlemek filmi özel kılıyor.
American History X / 1998
Tony Kaye‘nin yönettiği filmde başrolde Edward Norton‘ı izliyoruz. Gelmiş geçmiş en unutulmaz filmler arasında yer alan film, babası siyahi bir uyuşturucu satıcısı tarafından öldürüldükten sonra neo-Nazizm’e doğru ilerleyen bir adamın hikayesini anlatıyor. Venice Beach neo-Nazi grubunun liderinin sağ kolu olarak devam eden Derek, işlerin çığrından çıkmasıyla birlikte şiddetin dozunu da arttırmaya başlar. Kendisinden istenenleri de gayet itaatkar bir şekilde yerine getiren Derek, hapishaneye düştükten sonra kardeşi de onunla aynı yola sapar ama girdikleri yol elbette doğru olan bir yol değildir. Irkçılık sonucu dağılan bir ailenin hüzünlü öyküsü olarak böylece sinema tarihindeki yerini alır film.
Osama / 2003
Afganistan’da Taliban rejiminin hakim olduğu yıllarda kadınların yaşladıklarını tüm açıklığıyla gözler önüne seren filmin yönetmen koltuğunda Sedigh Barmak oturuyor. Kadınların evden çıkarken yanında mutlaka bir erkeğin olması şartı koyulan kadınlar, eğer erkek akrabaları yoksa evden çıkamadıkları için ölüme bile mahkum bırakılıyorlardır. 12 yaşındaki kızıyla dul kalan bir annenin hiçbir erkek akrabası yoktur ve ek çaresi kız çocuğunu erkek kılığına sokarak dışarıya salmasıdır. Taliban askerleri tarafından yakalandıklarında canlarından olacak olan bu kız ve annenin hikayesi gerçek bir olaydan uyarlamadır.
12 Years a Slave / 2013
Steve McQueen‘in yönetmenliğini yaptığı filmde New York‘ta özgür olarak doğmuş fakat daha sonra Washington DC‘de kaçırılıp köle olarak satılan siyahi bir adamın 12 yıllık kölelik hayatını izliyoruz. Solomun Northup‘un aynı isimli kitabından uyarlanan film, yazarın 12 yıl boyunca köle olarak çalıştığı yıllarını anlattığı anılarından oluşuyor yani film tamamen gerçek olaylara dayanıyor.
Amerika Square / 2016
Yunan milliyetçisi Nakozu’u merkezine alan filmin yönetmenliğini Yannis Sakaridis yapıyor. 38 yaşındaki Nakoz işsiz ve hala ailesiyle yaşamaktadır. Apartmanlarındaki göçmen ailelerin sayısının artması ise Nakoz’a git gide daha fazla rahatsızlık vermeye başlamaktadır. Etrafındaki Yunanistan’dan kaçmak isteyenlerin planlarına taş koymaya başlayan Nakoz, haddini aşacak şeylere el atıyor ve film böylece başlamış oluyor.
Mine Vaganti / 2010
Ferzan Özpetek‘in muhteşem yönetimiyle birlikte klasik bir İtalyan ailesinin, ailenin gelenekleri ve ahlaki yapısı dışına çıkan oğullarının hikayesini izliyoruz. Kendi fabrikalarına sahip olan burjuva bir aile ve onlara homoseksüel olduğunu açıklamaya çalışan oğullarının hikayesi, aslında klasik Türk aile yapısıyla da benzerlikler gösteriyor. Fakat öyle bir gelişme oluyor ki; biz kahramanımızdan bu itirafı beklerken diğer erkek kardeşi o itirafı kendi adına yapıyor ve kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılıyor. Bizim karakterimizin fabrikanın başına geçirilmesinden sonra yaşadığı ikilemler ise izlenmeye değer bir film koyuyor ortaya.
Lilija 4-Ever / 2002
Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmin yönetmenliği Lukas Moodysson tarafından yapılmıştır. Sovyetler Birliği’nde kenar mahallerlerden birinde teyzesiyle birlikte yaşayan ve artık onun baskısından bunalan 16 yaşında bir genç kızın hikayesini izliyoruz. Lilya, bu baskılardan kaçmak için kendisini uyuşturucuya vermiştir. Bir gün aşık olduğu adam tarafından İsveç’e kaçmaya ikna edilen Lilya, kaçtığı İsveç’te önce pasaportu elinden alarak daha sonra da borçlandırılarak fuhuş batağına düşürülür. Film, seks kölesi haline getirilerek intihara sürüklenen Litvanyalı Danguole Rasalaite’nin gerçek öyküsünden uyarlanmıştır.
Milk / 2008
Gus Van Sant tarafından yönetilen ve başrolünde Sean Penn‘in yer aldığı Milk; gey hakları idolü kabul edilen Harvey Milk‘in yaşamını anlatıyor. Harvey Milk, 1977’de eşcinsel olduğunu saklamadan, San Francisco Şehir Meclisine seçilen ilk üst düzey yönetici olmuştur. Sadece eşcinsel hakları için değil, yaşlısından sendikalısına, işçisinden işsizine herkes için savaşarak, özgürlüğün anlamını genişleten Milk, 1978’deki ölümüne kadar tüm ülke için adeta bir karaman gibiydi.
İnsanlar hakları için maalesef savaş insanlık oldukça devam edecek. Herkesin eşit şartlarda doğduğu ve haklarına eşit şartlarda sahip olması şimdilik bir hayal gibi görünse de kim bilir belki bir gün gerçekleşir ve dünya çok daha güzel bir yer olur. Tüm insan hakları ve özgürlüğü için savaşanlara selam olsun!
Kaynakça:
Wikipedia
Libido Dergisi
IMDB
Ekşi Sözlük
Beyazperde