Kıvanç Sezer ilk olarak hayatlarımıza 2016 yılında izeyiciyle buluşan Babamın Kanatları isimli filmiyle girdi. Bu filmde bizleri kah düşündürdü kah gözlerimizden yaşları akıttı. Ardından ikinci filmi olan Küçük Şeyler‘de ise bolca kahkaha attık. Bizi ikinci filminde ters köşeye yatıran Sezer’in üçüncü filmini elbette dört gözle bekliyoruz. Fakat ondan önce yönetmenle buluştuk ve iki filmini, son filmi Küçük Şeyler’in dağıtım ve gösterim sürecini, sinema aşkını ve Türkiye’de bağımsız film yapmanın zorluklarını konuştuk. Sinema aşkına ve zorluklar karşısındaki güçlü duruşuna hayran kalacağınızı şimdiden belirtmek istiyorum. “Yeter ki hikayemize inanalım ve bize inanan insanlarla bir araya gelebilelim” diyen Sezer’in hayallerine sıkı sıkıya bağlandığı hayatına davetlisiniz.
İlk olarak sinemayla ilişkinizden başlayalım; ne zaman başladı? Hep böyle bir hayaliniz var mıydı yoksa sonradan girdiğiniz bir yol muydu sinema?
Ben esasen “Biyomühendislik” okudum üniversitede. Ege Üniversitesi’nde okurken sinema topluluğunda aktiftim. Orada film gösterimleri yapıyorduk ve filmler üzerine tartışıyorduk. Özellikle sanat filmlerini izledikçe sinema çok ilgimi çekmeye başladı ve o dönemde kısa filmler çekmeye başladım. Fakat bunlar hep en başta hobi gibi başladı. Bunu bir mesleğe dönüştürebileceğimi hayal etmiyordum. Zaten sinemacılar bence toplumun en şanslı kesimlerinden bir tanesidir çünkü hobilerini mesleğe dönüştürmüş insanlardır. O zamanlar böyle bir düşüncem yoktu, bunun olabileceğine çok ihtimal vermiyordum fakat yıllar geçtikçe, okul bitti yüksek lisans yaptım ve yüksek lisansı bitirdim. Fakat bir taraftan tiyatro yapmaya ve kısa film çekmeye devam ettim. Sonrasında İtalya’ya gittim ve iki yıl Bologna’da yaşadım. Orada kurgu üzerine bir okula başladım ve orada sinema kurgusu yapmayı öğrendim. Sonrasında hiç mühendislik yapmadan, İstanbul’a dönüp sektörün içinde çalışmaya başladım kurgucu ve kameraman olarak. Bu şekilde üç, dört yıl çalıştım ve bir taraftan kısa film çekmeye, belgesel çekmeye devam ettim. Ve kendimi biraz yaparak biraz işin içine atarak ilk uzun metraj filmimi 2015 yılında çekecek şekilde bir süreç oldu. İkinci filmim “Küçük Şeyler“i de bu sene çektim. Yani kabaca mühendislikten gelip, kısa filmler ve belgesellerle okuyarak, düşünerek, yazarak, sürekli yazarak kendimi bu alanda eğitmeye çalıştım.
İlk filminiz “Babamın Kanatları” ve ikinicisi “Küçük Şeyler” ve bu bir üçleme olacak. Üçleme Fikri nereden çıktı? Bir sonraki film nasıl olacak? Üçünün birbiriyle olan bağlantısı nedir?
Üçleme fikri aslında ilk filmi yazarken çıktı, Babamın Kanatları’nı yazarken. Çünkü onu yazarken şunu fark ettim; Ben o filmde lüks bir sitenin inşaatında çalışan işçilerin hikayesini anlatıyorum. Fakat oradan ev alan insanlarla orada yaşayan insanların hayatları hiç kesişmiyor ama aslında aynı mekanın içindeler ve işçiler aylar boyunca oranın inşaatında çalışırken, belki orada ölürken oraya taşınan insanlar aslında bir tür mutluluk satın aldıklarını düşünüyorlar. Burada bence çok büyük bir yabancılaşma meselesi var ve bu yabancılaşma benim çok ilgimi çekti ve sonra daha önce yazmış olduğum bir öykü vardı bir işçi draması, sonra bunu üçlemeye çevirme fikri dönmeye başladı kafamda. İlk filmde işçilerin hikayesi, sonrasında oradan ev alan bir çiftin hikayesini anlatıyoruz, üçüncü filmde ise orayı yapan müteahhitin hikayesini anlatıyoruz. Dolayısıyla da her film birbirinin içinden çıkıyor gibi oluyor. İlk bir çift görürüz mesela, oradaki örnek daireye bakan bir çift. İkinci filmde de işte bir müteahhit vardır o sitenin yönetimini de almış olan ve tepelerinde helikopterle gezinirken bir sahnemizin olduğu. Hatta ilk filmde de üçüncü filme bir atıf var. Müteahhiti iki filmde de görmüyoruz aslında. Dolayısıyla üçüncü filmde de onun hayatını anlatarak biraz da şunu yapmak istiyorum, 2010’lar Türkiyesi’ndeki bu inşaat kapitalizminin üç ayağı olan; üreten, satın alan ve zenginleşen sınıfı anlatmak istiyorum. Ve birbirinin içinden çıkmakla birlikte birbirinden tamamen bağımsız filmler olarak çektim. İlk ikisi öyleydi, üçüncüsü de böyle olacak.
İlk film daha dramatikken ikinci filmde daha fazla komedi öğelerinin olduğunu görüyoruz, üslup olarak bir fark var. Üçüncü film hangisine daha yakın olacak?
Üçüncü her şey olabilir. Korku filmi bile olabilir yani müteahhitin hikayesi. (Gülüşmeler) Tür olarak kendimi sınırlamıyorum yani şu türde bir film yapacağım demiyorum. Tamamen o öykünün nasıl ortaya çıkacağına göre ilerliyorum. İkinci komedi şeklinde ortaya çıktı ama ben komedi yapmak istediğim için değil. O hikaye mesela bir tür mizahı içinde taşımalıydı ve orada içgüdülerimi, sezgilerimi takip ettim. Burada da bir dram da olabilir yine, bir polisiye de olabilir, dediğim gibi bir korku filmi de olabilir yani her şeye şu anda açığım diyebilirim.
Benim iki filmde ortak bir nokta dikkatimi çekti. İki filmde de bir adam gökyüzüne, uzağa bakıyor ve önünden kuşlar geçiyor. Bu bilinçli yapılan bir şey mi iki filminizde de? Orada bize anlatılmak istenen bir şey var mı?
Aslında yok. Ben şunu düşünüyorum; özellikle ilk filmi çekerken fark ettim, şimdi İstanbul’a baktığın zaman o büyük, beton bloklar aslında bundan 20 – 30 yıl öncesine kadar ormanlık yerlerdi ve kuşların yaşam alanıydı. Biz onların yaşam alanını yıktık ve oraya binalar diktik. Onlar da tabii ki onun yakınlarından geçmek zorunda kalıyor. İstanbul kuzeyden güneye kuşların göç yolu. Bu yüzden de biraz kuşlar gözüksün istiyorum.
O zaman son filminiz Küçük Şeyler‘e gelelim. Filmde orta sınıfın yaşadığı buhranları izliyoruz. Aslında mükemmel gibi görünen ama içine girince öyle olmadığını anladığımız hayatlardan bahsediyorsunuz. Orta sınıfın yavaş yavaş yok oluşunu mu ele almak istediniz? Etrafınızda yaptığınız gözlemler sonucu mu böyle bir film çekmeye karar verdiniz? Çünkü beyaz perdede çok fazla örneğini göremiyoruz orta sınıfın.
Bence orta sınıf yok olmuyor. Prekarya dediğimiz, yani belli ölçüde ekonomik gücünü kaybediyor ya da kaybetme tehlikesiyle yaşıyor. Zaten işsizlik hikayesi işsizliğin kendisinden daha büyük tehdit. Ve işsiz kalma tehlikesiyle büyük kitleler çok belli bir yere manipüle edilebilir. Ben biraz da öyle bir dönemden geçildiğini düşünüyorum. Ev kredisi olan, ailesine bakmakla yükümlü, çocuğu olan, borcu olan bir insana, çalışana aslında istediğinizi yapabilirsiniz çünkü onun işten çıkma lüksü gibi bir durum yoktur. Orta sınıfın bir ekonomik boyutuyla, ikincisi de kültürel olarak hayatı anlamlandırabilecek ya da kendisi dışındaki insanlar için bir şeyler yapabilecek araçlarının kalmadığı dolayısıyla da sadece kendi için yaşayan, bu yönüyle bencil, bu yönüyle biraz güdük ve biraz da kapalı devre bir hayat yaşadığını düşünüyorum. Biraz burada bir taşlama var o hayata dair, o hayatın boşluğuna dair. Ama tabii ki böyle bir taşlama olmakla beraber ben iki karakterimi de, Onur‘u ve Bahar‘ı da seviyorum ve onları birey olarak taşlamanın malzemesi değil de onların içinde bulunduğu sınıfa dair özelliklerini eleştiren ama birey olarak da onları seven bir taraftayım. Çünkü oradaki insan benim arkadaşım, benim kuzenim, benim dostum, benim bir akrabam ya da yolda karşılaştığım bir insan.
Filmde sürekli zebra figürünü görüyoruz. Özel bir anlamı var mı? Nedir zebranın hikayesi?
İş görüşmesine gittiğinde Onur’a hayvanlı kartlar gösterir oradaki İK’cı ve “hangisine kendini benzetiyorsun?” der. Onur da zebra der o kartların içinde olmamasına rağmen. “Neden zebra?” diye sorunca da “kendimi ona yakın hissediyorum, çubuk çubuk, güzel çizgi çizgi şeyleri var” diye kendince açıklar. Zebra’nın hem imaj olarak hem de çok kendine özgü bir hayvan olması hasebiyle gittikçe büyüyen bir yeri oldu bende yazarken. Ama ilk çıkış noktası işten atma durumunda patronunun kafasında bir zebra maskesi, güya baş ağrısına iyi geliyormuş falan gibi bir durum var. İlk yazarken buradan çıktı ama daha sonra zebralar filmin maskotu haline geldi. Afişte de yer buldu kendine. Biraz da bire bir bir şeyi simgelemekten ziyade biraz da o kendini çok özgün bir yerde konumlandırmak, orta sınıfa özgü kendini çalışan kesimle değil de, işçi sınıfıyla değil de patron sınıfıyla yakın hissetmek, ona yaranmak halinin bir tür absürd bir imgesi gibi kendine yer buldu filmde.
Filmin hazırlık süreci nasıldı? Hangi oyuncularla çalışmak istediğinize nasıl karar verdiniz? Oyuncularla nasıl bir araya geldiniz? Filmin çekimleri ne kadar sürdü?
Hazırlık süreci şöyle oldu; ben Babamın Kanatları‘nı çektikten sonra bu filmi çekeceğimi biliyordum. Senaryo aşamasına başladım. Bağımsız filmlerin genelde şöyle bir durumu oluyor; bakanlığa başvururuz, sonra yurt dışı fonlar devreye girer. Biz burada bakanlıktan destek alamayınca yurt dışından destek alma imkanımız da pek kalmadı. Dolayısıyla uzun süre şöyle bir motivasyonla ilerledim; ben bu filmi yapabilecek miyim, yapamayacak mıyım? Sonra da dedim ki ben gerekirse bu filmi kendi evimde çekerim, gerekirse o siteye taşınırım yani en kötü telefonla çekerim ama ben bu filmi çekerim noktasına geldikten sonra bir gün Tolga‘yla (Karaçelik) konuşurken o dahil olmak istedi projeye çünkü yapımcılığını da ben üstleniyordum ama biraz bocaladığım bir andı. Önce o dahil oldu sonra Kanat Doğramacı, diğer yapımcımız dahil oldu. Sonrasında ortak yapımcılar; post prodüksiyon şirketi Bando ve bir kamera ışık şirketi Işık Sanat dahil oldu projeye. Herkesin bir şeylerin ucundan tuttuğu bir yapım ekibi oluştu ve çok hızlı oluştu bu. Bu esnada ben oyuncularla çok fazla audition yapmıştım. İlk önce Bahar karakteri için Başak‘la (Özcan) çalışmaya karar verdik, o daha öncesinden dahil olmuştu aslında projeye. Alican (Yücesoy) görece daha geç dahil oldu. Ama onunla tanıştığım andan itibaren anladım Alican‘ın bu rolü çok iyi yapacağını. Ve diğer oyuncuların da hepsiyle tek tek ayrıca çalıştık ve prova yaptık. Filmin çekimleri üç parta yayıldı, üç mevsime yayıldı. önce Ocak ayında çektik, bir hafta sadece. Sonra Mart ayında bir hafta ve Nisan sonunda bir hafta çekildi. Toplamda üç haftada çekimleri bitirdik. Bunun da sebebi hem mevsimsel bir geçiş hem de karakterlerin fiziksel dönüşümleri. Çünkü Onur film boyunca bir on kilo alıyor, saçı uzuyor, sakalı uzuyor. Bahar da film boyunca bir on kilo veriyor ve o da saçını kestiriyor. O dönüşümü film içinde görmek istedim ben. Boyhood filminin verdiği bir tat vardır, onun çok daha küçüğü diyebiliriz. Ama ona benzer bir şey yakalamak istedim. Dolayısıyla aslında başladık durduk, tekrar başladık tekrar durduk gibi. Filmi kronolojik çektiğim için bu durum bize bir düzen sağladı. Her çekimden sonra kurguya girdim, her episodun başında senaryoyu revize ettim mesela. Dolayısıyla karakterlerimi tanımak için oyuncularla daha uzun zamanlı bir çalışma yürütmüş oldum. Bu da hem sahnelere hem de oyuncuların dönüşümlerine bir tür sahicilik kattı diye düşünüyorum.
Film festivallerde epey ilgi gördü fakat sonra sinemalarda gösterimiyle ilgili bir kriz yaşandı. Bu süreç nasıl bir süreç?
Şimdi bu zaten bağımsız sinemanın yıllardır mevcut olan krizinin bizim dağıtım sürecimize yansıması. Sadece bizimle ilgili bir şey değil ve zaten çok uzun zamandır olan bir şey. Sadece bizde dramatik bir durum ortaya çıktı o da filmin ilk haftasında yüz kopyayla girip, yüz salonda girip ikinci haftasında seyirci gelmediği için dört salona düşmüş olması. Bu çok dramatik bir düşüş, yüzde 96‘sını kaybettik salonların. Burada tabii ki filmin ne olduğundan, filmin nasıl olduğundan ziyade salonların bu tarz filmleri ancak küçük salonlarında birer ikişer seans oynatıyor olması. Afişini bile bazı salonların asmıyor oluşu yani bir üvey evlat muamelesi yapıyor oluşu bana ağır geldi, buna çok öfkelendim. Dağıtımcımızla ve diğer ortak yapımcılarımızda konuştuk ve bunu dillendirmemiz gerektiğine karar verdik. Bu sadece bizi bağlayan bir şey değil, bu ülkede sinema yapıp, seyirciye ulaşma niyeti taşıyan herkesin kendini bir şekilde içinde bulacağı bir şey ve burada büyük bir sorun var. Bu sorun aynı zamanda kapitalizme ilişkin bir sorun. Büyük balıkların küçük balıkları yutması ya da bizim tabirimizle filler tepişirken zebraların ezilmesi hadisesi. O yüzden ben şimdi bunun bire bir mücadelesini veriyorum ve insanlar da buna destek oldu bir dayanışma gösterdi. Bilet fotoğrafını gönderenlere kitap hediye etme, oyun bileti hediye etme gibi ilk defa bu filmle ortaya çıkan bir dayanışma gösterildi. Biraz da onların sayesinde dört kopyadan on kopyaya çıktı film üçüncü haftasında. Tam da bu anda seyircilerin filme gitmesi, göremeyenlerin filme gidebilmesi ya da gidemeyen insanların bunu talep etmesi, mevcut şehirler dışındaki şehirlerde de özel gösterimler düzenlenmesi için bir çalışmanın içindeyiz ve önümüzdeki haftalarda Kars, Ardahan, Ankara, Edirne, Sakarya gibi birçok şehirde özel gösterimler düzenleyeceğiz. Filmimi koltuğumun altına alıp filmi izlemek isteyen herkese izletmek istiyorum çünkü bizler bu filmler izlensin diye yapıyoruz. En azından benim sinemaya bakış açım bunun bir kitle sanatı olduğu, dolayısıyla gerçekten seyirciyle buluştuğu yerde anlam kazanan bir şey ve bir seyircinin bu filmi izlemek isteyip bulamayışı benim açımdan çok acıklı bir şey. Bu yüzden de seyircilerimiz için elimizden geleni yapıyoruz. Bütün bu çabalarımız, sadece ben değil diğer filmci arkadaşımın da bağımsız sinemaya biraz daha alan açabilmek. Festivalde ödül alan filmlerin kötü filmler olmadığını seyirciye her yaptığımız filmle birazcık daha ispatlayabilmek istiyoruz.
O zaman hemen şuraya bağlayalım; Türkiye’de bağımsız sinema yapmanın zorlukları nelerdir?
Türkiye’de esnaflık yapmanın, Türkiye’de işçi olmanın, Türkiye’de girişimci olmanın, Türkiye’de öğrenci olmanın zorlukları nelerse bağımsız sinema yapmanın zorlukları da aynıları. Sadece bu bir sanat formu olduğu için tabii ki daha farklı zorlukları var. Filmlerin fonlanmasından tutun da meslek örgütlenmelerine, mesleki sendikalara, çalışma koşullarına, oradan gösterim dağıtım ağlarına, festivallerde yaşanan sorunlara kadar nereye elinizi atsanız sorun var. Ama bunların hiçbiri bizlerin iyi bir film yapması önünde engel değildir. Ben dünya üzerinde böyle bir engel bulunduğuna inanmıyorum. Kendisine evden çıkma yasağı konan Cafer Penahi‘nin filmini evin içinde çekip bir kekin içinde usb ile yurt dışına çıkarabildiği bir dünyada yaşıyorsak eğer hiçbir şey bizim anlatacağımız hikayenin önünde engel olamaz. Yeter ki hikayemize inanalım ve bize inanan insanlarla bir araya gelebilelim. Festivallerin yarattığı şöyle yanlış bir algı var; sanki biz filmlerimizle birbirimizle yarışıyormuşuz gibi. Halbuki filmler birbirinin rakibi değildir, filmler birbirinin yoldaşıdır, dostudur. Bazen düşmanıdır ama her halükarda rakibi değildir. Filmciler de birbirinin rakibi değildir. Bizler aynı kültür sanat ortamında ya da aynı kültür sanatsızlık ortamında bir şeyler yapmaya çalışan insanlar olarak ne kadar bir araya gelirsek, ne kadar sorunlarımızı çözmek için inisiyatif alırsan bence tam tersine bizim sinemamıza ilerleme kazandıracak bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Bu yüzden de mutsuz değilim hatta tam tersine çok motiveyim diyebilirim.
Bir sonraki filminizde çalışmak istediğiniz oyuncular var mı? Özellikle oynasa “ah ne güzel olur” dediğiniz isimler mesela..
Var tabii ki ama şimdi burada isim vermeyeyim. (Gülüşmeler) Ben Türkiye’de çok değerli oyuncular olduğunu düşünüyorum ve ekibimde de çok değerli oyuncularla çalıştığımı düşünüyorum. Benim için önemli olan bir oyuncunun bana ilham vermesi ve benim ona ilham verebilmem. Bu şekilde karşılıklı ilişki kurduğum tüm oyuncularla beraber çalışmaktan büyük keyif alırım. Bir isim vermeyeyim ama dediğim gibi çok fazla iyi oyuncu var Türkiye’de. Birini söylesek diğerinin hatırı kalır.
O halde son olarak ilham aldığınız ya da çok sevdiğiniz yönetmenlerden bahsedelim..
Ben İngiliz sinemasını çok severim. Ken Loach gibi yönetmenlerin filmlerini çok severim. Bağımsız Amerikan Sineması‘nı çok severim. Paul Thomas Anderson filmlerini çok severim. İran Sineması‘ndan Asgar Ferhadi‘yi Abbas Kiyarüstemi gibi yönetmenleri takip ederim. Türkiye Sineması’ndan mesela Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan‘ın bazı filmlerini çok önemli bulurum, Yılmaz Güney’i çok kıymetli bulurum. Bunun dışında mesela Uzak Doğu Sineması‘na çok giremedim. İzlediğim örnekler var ama orayı daha içine girerek araştırmak istiyorum. Bazı Çinli yönetmenler mesela Jia Zhangke var mesela, kentsel meseleyi çok ilginç, güçlü anlattığını düşünüyorum.