Belçika’da başlayan hayat hikayesini Türkiye’de sürdüren Yalçın Konuk, işletmecilikten müzisyenliğe uzanan geniş ilgi yelpazesine bir de kısa film yönetmenliğini ekledi. Hem de öyle böyle değil, çektiği kısa film “The Run” ABD merkezli bilim kurgu ve fantastik içeriklere yer veren medya grubu Dust‘ta yayınlanan ilk Türk yapımı oldu. Sözü fazla uzatmayayım. Gelin Yalçın Konuk’u ve Cannes Film Festivali ve Dust’a uzanan yolculuğunu kendi ağzından dinleyelim.
Öncelikle seni tanıyarak başlayabiliriz.
Belçika’da doğup büyüdüm. Liseye kadar Belçika’da okudum. Yurt dışında yaşayan diğer Türk’lerden farkım şu oldu; biz daha çok İtalyan’ların yaşadığı bir mahallede yaşıyorduk. Dolayısıyla bütün arkadaşlarım İtalyan’dı. O yüzden de çocukluğumda çok Türk kültürü alarak büyümedim.
Türkiye’ye ne zaman döndün?
80’lerin ortasında ailecek geri döndük.
Peki sen orada mı devam etmek isterdin hayatına yoksa buraya dönmek senin için biz kazanım mı oldu? Bir daha geri dönmeyi düşünüyor musun?
Hayatta hiçbir şeyi çok kesin konuşmamayı öğrendim. Bir daha gitmem ya da giderim gibi bir cümle çok büyük bir iddia olur. Ama kalbim benim burada. Çocukken de kalbim buradaydı. Belçika’da öğretmenimiz kompozisyon yazmamızı istemişti. Ben Türk kültüründen uzak büyüdüğümü belirtmiştim zaten. Kompozisyonu yazdığımda “elma ısırığı tadında” diye bir tabir iliştirdim kompozisyona. Öğretmenim bunu okuyunca tamamen bir şark benzetmesi olduğunu söyledi. Ben o zamana kadar ne bir Türk edebiyatı ne de şark edebiyatı okumuştum ama tabii ki genlerde var demekki.
O zaman geri dönmek şimdilik aslıya alınmış durumda diyebiliriz.
Geri dönmek. Avrupa’nın beni cezbeden hiçbir yanı kalmadı, çoğu yerini gördüm. Hatta Fransa’da da dört yol yaşadım. Evet hayran olduğum bir kültürü var fakat beni cezbeden bir yanı yok Avrupa’nın. Burası çok daha ilginç bir yer benim için.
Türkçe’yi geldiğinde öğrendin. Peki oradayken merak etmiyor muydun Türk kültürünü ya da dilini, öğrenme isteği var mıydı içinde?
Çok naif bir çocuktum ben. Şimdiki çocuklar bizlerden çok farklı tabii ama benim zamanımda hiç öyle bir bilincim yoktu. Türkçe’nin fonotiğini şu şekilde öğrendim; annemin ahbapları Türk’tü ve onlar bize geldiğinde doğal olarak kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı. Bilinçsiz bir şekilde ilerlenmiş olsa da Türkçe’yi öğrenmemi kolaylaştıran bir durum oldu benim için.
Peki buraya gelince zorlandın mı? Süreç nasıl gelişti?
Öncelikle bizim ailecek Türkiye’ye dönme hikayemiz çok komik. Avrupa’ya çalışmaya giden hiçbir aile orada kuşaklarca kalmayı planlayarak gitmedi. Doğal olarak benim ailemin de aklında gittikten beş on sene sonra geri dönmek vardı. Kızlarla flörtleşme yaşına geldiğimde ailemde bir korku oluşmaya başladı. Çünkü çevremizdeki yaşça benden büyük tanıdıklarımız İtalyan, Belçikalı, Fransız ve Portekizli kızlarla sevgili olmaya başlamışlardı. Ailem de benim de aynı şeyi yapacağımı düşündükleri için biz Türkiye’ye kesin dönüş kararı aldık.
(Gülüşmeler)
Gerçek bu.
Peki ondan sonra buraya geldin ve alıştın. Daha sonra üniversitede ne okudun?
Geliş yerim çok güzel benim; Aksaray, İç anadolu. Belçika’daki sınıflarımız altmış kişilik oluyordu ama biz genelde sınıfta yirmi kişi falan oluyorduk. O kadar rahat bir ortamdan buraya gelince otuz kişilik sınıflarda elli kişinin eğitim aldığı bir düzene geçtim. Türkçem hiç yoktu ve ben Fransız gramerine göre Türkçe yazmaya çalışıyordum. Sonra bir gün bir kompozisyon yazdım ama herhalde on günümü falan almıştı. Bazı kitaplardan araştırarak ve sözcükleri bularak yazdım. Daha sonra öğretmenim kompozisyonu benim yazdığıma inanmadı ve hatta yalan söylediğimi düşündüğü için tokat yemişliğim var. Böyle tatlı tecrübelerle birlikte Türkçe’yi öğrenme hızım da arttı.
Peki üniversitede Fransızca ile ilgili bir eğitim mi aldın yoksa Türkçe okunabilecek farklı bir bölüme mi yöneldin?
Fransızcam ve ingilizcem zaten çok iyiydi her zaman. Üniversite yıllarıma geldiğimde ise bambaşka şeylere yönelmek istedim. İşletme bölümünü seçtim üniversitede. Ticaretle uğraşmayı çok sevdiğim için bana uyabileceğini düşündüğüm bir bölümdü işletme. Şöyle de bir şey var, Belçika’da çok hür bir ortamdan çıkıp Aksaray’daki o konservatif ortama girince insan yalpalıyor. Üniversite’ye gittiğimde çok daha özgür bir ortama gideceğimi düşünmüştüm, hiç öyle olmadı. Üniversite’de çok fazla gruplaşmanın olduğunu gördüm.
Elbette büyük zorlukları olmuştur daha hür ve daha medeni bir yerden geri dönmek ve buna alışmaya çalışmak…
Mesela bizim çocukken yan komşumuz vardı, Napoli’den gelen bir aileydi ve kızlar bulaşık yıkarken opera söylerlerdi ve ben onları duvardan dinlerdim. Aslında filmlerde görüp böyle bir şey olmaz dediğimiz hayat bizim günlük hayatımızın bir parçasıydı aslında. Bunların hepsi beni çok fazla besledi tabii ki.
O zaman tüm bunlar seni fazlasıyla etkiledi ve besledi, yaptığın müzikte ve çektiğin videolarda da kendini gösterdi diyebiliriz.
Tabii tabii.
Peki önce müzik mi vardı kafanda yoksa video mu ya da kısa film mi?
Önce müzik. Çocuk yaşta Belçika’dayken öğretmenim yaz okulu için bana Kraliyet Operası’ndan davetiye ayarlamıştı. Babam buna hayır dedi. Sonra bir davetiye daha geldi ama babamın fikri değişmedi. Müzik hep içimdeydi benim. Çocukken tuvalete giderken bile “walkman”le giden bir çocuktum ben. Müziği çok fazla seviyordum. Ben üniversiteden sonra Birleşik Millet’lerden burs kazandım. Fransa’nın güneyinde “Uluslararası Gıda İktisadı” konusunda çok özel bir dalda iki yıllık “Master of Science” eğitimi gördüm. Akabinde Türkiye’ye dönünce aklımda hep albüm çıkartma fikri vardı.
Ve sonrasında albümün çıkardın ve bunun akabinde enteresan bir şekilde senin şarkın Meksika’da çok tutuldu. Bunu neye bağlıyorsun?
Benim asıl iddiam ondan ziyade albüm çıkarabilmek oldu. Ben bu süreçte Tolga Tümözen diye müthiş bir insanla tanıştım. O benim aranjörüm oldu. Çok doğru bir buluşma olmuştu bizim için. Yılmadan ve usanmadan başa sararak bile olsa albümü yaptık. Sizin bahsettiğiniz şarkı “Düne Dönsem”. O zamanlar Youtube benzeri bir site vardı. Fakat şöyle bir özelliği vardı; oraya yüklenmiş olan şarkı envai çeşit iş yapan sitelerin açılışında pop-up olarak çıkıyordu. Dolayısıyla benim şarkım durup dururken orada dört milyon kere izlendi. O kadar çok izlenince benden bağımsız olarak şarkım Meksika’da çok dinlenmeye başlandı. Sebebini bilmediğim bir şekilde orada bir fan kitlesi oluştu.
Bir de bunun yanında tabii video yönetmenliği de yapıyorsun.
Ben Belçika’dayken bir tane video kaset kiraladığım bir dükkan vardı. Babam haftada sadece bir film kiralamama izin verirdi. Annem ve babam uyuduğunda film izleme saatlerim başlıyordu fakat sadece bir film alabilme iznim olduğu için bunu başka bir şekilde çözmem gerekiyordu. Video kaset satan dükkandakilerle bir anlaşma yaptım; ben sizin bütün ayak işlerinizi yapayım siz de bana istediğim kadar film verin dedim. Daha sonra da sürekli film izleyerek elime kamera almaya ve çekimler yapmaya karar verdim.
Peki o halde artık “The Run”a gelelim. Bunu yapmak istiyorum diye düşünülerek yapılan bir film miydi yoksa zaten var olan hikayeni görselleştirmek isteği miydi?
Olağanüstü bir insanla tanıştım. O sıralar bir kafem vardı benim. İçinizde sanat aşkı olsa da başka işler yapmak durumundasınız tabii. Sanat yapan insanların çoğunun en büyük kaybı, para getirmediği için yaptıkları şeye küsecek duruma gelmeleri. O yüzden bunu destekleyecek başka işler yapmanız lazım ama bu işler de sizi hür kılabilmeli.
Peki bu süreç nasıl işledi? The Run nasıl ortaya çıktı?
Kafem olduğu sıralar kafemin ziyaretçilerinden bir tanesi şimdi çok büyük dotum olan Cemil Ağacıkoğlu’ydu. Kendisi zaten büyük bir fotoğrafçı ve daha sonra uzun metraj yönetmeni oldu. Ben de o sıralar telefonumla minik videolara çekiyordum. Cemil’e bunları gösterdiğimdeyse film çeksene dedi. Nasıl çekeceğim ki dediğimde ben sana her şeyi ayarlarım dedi. Yanındaki insanın başarısından mutlu olmak çok büyük bir insanlıktır ve Cemil bana bunu gösterdi. Hem yapabilirsin güvenini verdi bana hem de gerekli olan şeyleri ben sağlarım dedi. Soruya gelirsek eğer aklımda film yapmak gibi bir şey yoktu, ben sadece video çekiyordum. Cemil bana bir hikaye yaz dedi ben de yazmaya başladım. Filmde şu çok önemlidir bence; ilk andan itibaren dikkat çekmeniz gerekiyor. Benim çektiğim film de kısa olduğu için bunu ilk beş on saniye içerisinde yapmanız gerekiyor. Ben bir hikaye yazmaya başladığımda aklımdaki ilk şey koşan bir adamdı. Filmde koşan bir adam istedim. Daha sonra bomboş bir odada kendinden yaşça büyük biri tarafından sorgulanırken bulsun kendini istedim. Frapan girişi ayarladıktan sonra gerisini zamanla kurguladım. Fantastik bir hikayeye dönüşeceğini de bilmiyordum ben. İyi bir film yapabilmek için ben çok iyi bir yönetmen olacağım, filmim festivallerde gezecek gibi düşüncelerden sıyrılmanız gerekiyor.
Filmin Amerika’ya gitme hikayesi nasıl gelişti?
Film yapıldıktan sonra bunu bir de sunmak gerekiyor tabii. Tek amacın bu değil çekerken tabii ama bir şekilde sonrasında insanlara ulaştırmak gerekiyor. Önce Cannes Film Festivali’ne gönderdim. Cannes’da “Short Film Corner” bölümüne kabul edildi filmim. Orada gösterildikten sonra birçok festivale yollamış olmama rağmen hiçbir yer tarafından kabul edilmedi. Daha sonra İzmir’de gösterildi. Ben filmi online olarak ulaşılabilir hale getirmek istemedim. Çünkü bedava olan hiçbir şeyin değeri yoktur. Ben filmimi sonrasında yine birçok yere yollamaya devam ettim. Daha sonra internette dolaşırken “Dust” a denk geldim.
Evet onu soracaktım ben de; Dust’la yollarınız nasıl kesişti?
Ben sürekli yeni bir şey bulmanın peşindeyim. Keşfetmek bana zevk veriyor. Daha sonra Dust’a filmimi anlatan bir mail gönderdim. Yaklaşık on gün sonra hala cevap gelmemişti. Artık cevabın gelmesinden umudumu kesmiştim ki o sırada Dust’tan bir mail aldım. Koordinatörlerden bir tanesi filmimi çok beğendiklerini ve portfolyolarına almak istediklerini anlatan bir mail atmıştı. Ekte de kontratlar vardı. Dust yalnızca bilim kurgu ve fantastik içeriklere yer veriyor. Birçok filmin olduğu bu platformda üç beş milyona çekilmiş işler de yer alıyor. Benim filmimin bütçesi ise bin liranın altında. Bu başarı tabii ki birçok insanın yardımları sayesinde oldu. Amerika’ya içerik satmanız çok kolay değil çünkü artık herkes Amerika’da görünmek istiyor. Ben o platformdaki ilk ve tek Türk’üm şu an. Bu tabii ki de çok onur verici bir şey benim için. Bunun başka insanlar için de yol açıcı bir şey olmasını istiyorum.
Peki Sercan Badur’la yollarınız nasıl kesişti?
Ortak bir arkadaşımız var. Sercan onunla aynı dizide oynuyordu. O zamandan beri hukukumuz devam ediyor.
O zaman yeni projelerle devam etmeyi düşünüyorsun. Kısa film ya da uzun metraj çekmek var mı aklında?
Evet var. Benim uzun yıllardır yazmakta olduğum bir drama var. Bir tane de komedi var, komedi macera şeklinde uzun metraj olarak düşündüğüm. Bir tane kısa metraj fikri var aklımda, hatta onun yazımına da başladım.
Peki buraya dönmeseydin Belçika’da da aynı yolu mu izlerdin, yoksa bambaşka bir hayatın mı olurdu sence?
Ben yine huzurlu olmaya devam ederdim. Orada sanatla uğraşacak bir yol çizebilir miydim bilmiyorum. Benim en büyük düsturum huzurlu olabilmek. Yaptığım filmde de müziğimde de bu benim diyebiliyorum çünkü kendimi birilerine beğendirmek için yapmadım bunları.
Son olarak şunu sorayım o halde sana; sence sektörel olarak Türkiye ve Belçika arasında ne gibi farklar var? Orada olsaydın daha mı kolay olurdu senin için ilerlemek yoksa burası çok daha kolay bir konumda mı senin için?
Küçük bir ülke de olsa Belçika uluslararası arena da sinema da adını duyurmuş bir ülke. Ama neticede artık internet diye bir şey var. Burada olmak ya da orada olmak fark etmiyor. Sesini duyurmak istiyorsan bunu her yerden yapabiliyorsun. Şu elimizde tuttuğumuz telefon artık bir şeyleri başarmak için yetiyor. Teknoloji çok sınırsız bir alan ama hikaye sınırsız değil. Başarı için çok iyi bir hikayeye sahip olmanız gerekiyor. Özgün bir şey yapmanız gerekiyor. Coğrafyadan ziyade bir insanın bunu ne kadar isteyerek, ne kadar aşkla yaptığına bakar mevzu. Belçika’da olsaydım belki on yıl önce yapardım ama bilmiyorum, bunların karşılaştırmasını yapmıyorum. Dediğim gibi ben huzurlu bir hayat yaşadıktan sonra her şeyi yapabileceğimi düşünüyorum ve şükrediyorum.