Rekabetin arttığı ve kapitalistleşmenin hızlandığı milenyum arifesindeki Türkiye’nin, yeknesak yapısı ne oldu da bu kadar radikal bir dönüşüm geçirdi? Bunun elbette politik, ekonomik ve toplumsal nedenleri sosyolojik bir araştırmanın konusu. Ancak ülkemizin ekonomik ekseninin serbest piyasa ve liberal ekonomiye kayması tümden değişen bir kültürel yapının da mihenk taşı olmuştur. Artık tüm dünyada ulusal ve uluslararası dengeler değişmeye başlamış ve globalizasyon tümüyle konjonktürel bir değişimi peşine takmıştır.
Özellikle ulusal kanalların sayısının artmasıyla doksanların ikinci yarısından sonra Türk insanı, tek tip ve steril sayılabilecek bir yayın anlayışından kopmaya başlamıştır. Ağdalı ve resmi bir Türkçe’nin kullanıldığı devlet televizyonu olan TRT, yerini günlük hayatın içinden daha sade bir dilin tercih edildiği özel teşebbüs televizyonlara bırakmıştır.
İzlenebilmek için türlü oyuna başvuran bu hınzır kanalların seyirciyi diğer kanallara kaptırmamak için denemediği yol kalmamıştır. Çalkantılı bir politik süreçten geçen Türkiye, yeni yeni üzerinden atmaya başladığı darbe psikolojisini kırabilmek için halkın eğlenebileceği içerikleri “Prime Time’” denilen zaman aralığı içerisinde azar azar hane içine sokmuştur.
Türkiye’de bunlar olurken dünyada ise insanlar seksenlerdeki soğuk savaşın etkisiyle; “bir yarın olamayabilir!“ düşüncesine kapılmış ve “madem yarın yok bugün hayatımın son günüymüş gibi yaşamalıyım!“ diyerek kendisini salt tüketime esir etmiştir. Tüketim mekanizmasının işlerliğinin de yegâne kaynağı olan medya kurum ve kuruluşları bu fırsatı kaçırmayarak, seçeneklerle dolu bir tüketim ağı inşa etmeye başlamıştır. Artık insanlar yokluğun olduğu kıt kanâat bir dünyada yaşamadığından medya kuruluşları, serbest piyasa ekonomisinin rüzgarıyla modern hayatın ve refah seviyesinin cazibesini tüm azametiyle halkın gözüne sokmayı başarmıştır.
Çekilen filmlerle etkili bir biçimde yeniden kurulan bu dünyaya özgü kültürün de psikolojik altyapısı oluşturulmuştur. Film üreticileri bu filmleri dünya pazarına sokarak hem gelirlerini arttırmış hem de yeni filmlerine kaynak sağlamaya başlamıştır. Tüm dünyada salt tüketim nesnesine dönüşen “popcorn filmleri” sayesinde anlık zevklere yönelik erotik denilebilecek türden bir hedonizm oluşmaya başlamıştır. Seyirci, artık izlediği filmlerin sanatsal yönüyle ilgilenmekten ziyade onlarda bıraktığı mental hazla tatmin olmaya çalışmıştır. Günümüze kadar süren kolay tüketilir filmlerin hazza dönük bu yaklaşımı seyircinin estetik algısı ve beğeni mekanizmasında alternatif bir sapma yaratmıştır. Artık bu hazzı oluşturan filmlerin entelektüel bir birikimin eseri olması ya da formatif bir kusursuzluk içermesi gerekmiyordur.
MAHÇUP HAZ
Sözde bir sanatsal üretim nesnesinin, form ve içerik ilişkisi bakımından zayıflık içermesi ve o nesneye karşı konumlandırılan öznenin, mensubu olduğu toplumsal sınıfın dışında kalmasına rağmen nesneye karşı geliştirmiş olduğu hedonistik bir zevkin yarattığı pişmanlık ve utanç duyma durumu olarak tanımlanabilir.
Yani kısaca kitsch olan bir nesneye karşı anlık zevk alma durumudur. Ama bu zevkin kişide yarattığı psikolojik rahatsızlık toplumsal normlar içerisinde bireyin kendi sınıf bilincine ters düşecek bir durumu söz konusu kılıyorsa, kişi bu hazzı ertelemek, gizlemek ya da reddetmek zorunda hissetmektedir. Peki bir sanatsal üretim nesnesi, hazır tüketilir bir metaya dönüşmüşse bireyin beğenilerinde bir erozyon yaratması makul görülebilir mi?
Sinema filmleri her zaman pahalı bir sanat olarak bilinmekle birlikte gelişen teknoloji ve dönüşen dünya ekseninde kolayca üretilebilir bir hal almaya başlamıştır. Estetik algı, klasik sanat döneminin son halkasında evrimleştiğinden kaçınılmaz olarak sinema da bundan nasibini almıştır. Artık sıradan bir insan da sanatçıya dönüşebilmekte ve niteliği nispetince filmler üretebilmektedir. Neticede sanat hakikatin temsili değil, temsilin temsili olan bir metaya dönüşmüştür.
Sanata ilgi duyan kişiler pasif durumda kaldıklarından eldekiyle yetinmek zorunda bırakılmış ve bu kişilerin beğenileri de geriye doğru evrimleştirmiştir. Oksimoron bir tespit gibi görünse de bu durum, sosyal hayat içerisinde sizlerin de tanık olduğu bir gerçektir. Bunun sadece sinemayla ilişkilendirilmesi elbette bu savı yetersiz kılmaktadır. Bu sebeple yazımın başında dünya ile oryante bir Türkiye’nin bu konjonktürel dönüşümde nasıl bir konumda iken bu dönüşüme hangi aşamada dahil olduğunu politik ve kültürel olarak tespit etmeye çalıştım.
Televizyonun güçlü bir kültürel aygıt olarak görüldüğü dünyadan, internetin sınırsızlıklarla dolu dünyasına geçtiğimiz milenyum dönemi ve sonrası pek çok kolaylığı sağlaması bakımından olumlu gibi görünse de bireyin önemsizleşmeye başladığı yeniden kitlesel bir yığına dönüştüğümüz şu günlerde; politik baskılar, niteliksiz eğitim, ahlaksız ve çıkarcı bir zihniyet hangi sanatın hangi estetikle bağdaşması gerektiği konusunda bir fikir edinebilmemize ne yazık ki imkan vermemektedir. Düşüncenin baskılandığı bir toplumda tek tipleştirilmeye çalışılan insanlar birey olmak değil kul olmak zorunda bırakılmaktadır. Bu sebeple kişisel beğenilerden ziyade sosyolojik tabandaki kabullere riayet edilmekte ve sanatın aykırılığı, sınır tanımazlığı hiçe sayılmaktadır. Ayrıca sanat, kontrollü bir bayağılık ve anlık hazlara göre yeniden düzenlenmektedir.
İnsan sosyal bir canlı olduğundan içinde yaşadığı topluma ters düşmeyi göze almak konusunda ne yazık ki radikal bir söz söyleyememektedir. Ödül – Ceza sistemine göre bastırılan ya da yüceltilen pasif bir canlının da gelişimine ket vuran bu sosyal ve politik baskının neticesinde aykırı olanı sahiplenmesi zor görünmektedir.
Mahçup haz insanın savunma mekanizmasıdır. Topluma ters düşmemek için geliştirdiği ve yine de kendine yakıştıramadığı bir beğeninin muhasebesidir. Gerek televizyon gerekse sinema toplumu domine eden TEKEL’ci zihniyetin bir silahı olduğu kadar insanın da en büyük zaafıdır. Katiline aşık olmuş bir birey o silahı tutan eli yüceltmekten geri kalmadığı gibi bundan utanç da duymaktadır.